23 Nisan 2010 Cuma

Üniversiteler arasında...

Bundan önceki yazımın notunda belirttiğim yarışma geldi geçti... Biz bir topluluk, bir ekip olarak ne kadar çok eğlenebiliyorsak o kadar eğlendik. Yolculuk, otobüs, otel, prova, yarışma öncesi ve sonrası, dönüş... Bütün bir süreç eğlenerek geçti. Bu eğlenceyi gölgelendirecek herhangi bir olay, bir sorun yaşanmadı. En azından bilinçli olarak yaşanan bir sorun olmadı. Ekip başkanımız Serhat'ın sakatlanmasını bu "bilinçli" sorunlardan saymıyorum. Ona da buradan sonsuz geçmiş olsun, yeri gelmişken...

Bütün bir seyahati anlatsam mı diye düşünüp sonra vazgeçiyorum hep. Nedeni nazar değmesi... 20 yıllık "cillop" gibi topluluğuz. Her seyahatimiz bir eğlence, her yarışmamız bir güzellk ve her ekibimiz taş (Taş kelimesi Ordu'dan kalma güzel bir kelime oldu ekip arasında... Artık bizim aramızda!)
Perşembe günü öğlen yola çıkıp güzel ve eğlenceli bir yolculuğun ardından Ordu'ya varıp DSİ'nin misafirhanesinde değil de Otel Dedeevi'nde kalıyor olmak bizi çok çok mutlu etti. Otelimiz küçük, kendi halinde ve ayrıca iki yıldızlı bir "cennet"ti. İki gece bile olsa orada olmak güzeldi...

Vardığımız gece deniz kenarındaki kayalarda oturup eğlenek gibisi de yoktu, unutmadan eklemek gerek. Ekip böyle güzelliklerle ekip oluyor.

Ertesi gün erkenden kalkıp prova için Ordu Üniversitesi'ne gittik. Ekip sahneye çıkmadan önce, sahnedeyken ve sahneden indikten sonra eğlence tam gaz devam etti. Ankara Üniversitesi'ni temsil ediyor olmak,Horon Bölgesi'nin idolü olmak... Bunlar bizi güzelleştiren şeyler... Güzel bir prova aldığımızı düşünürken ekip arkadaşımızın sakatlanması üzerine, ekibin emektar ağabeyi Volkan devreye girdi...

Provanın ardından Boztepe'ye, tavuk döner sefasına çıktık... Fotoğraf, fotoğraf, fotoğraf... Manzara güzel olunca tutkusu fotoğraf çekinmek olan EBF-HOT yüzlerce fotoğraf çekindi.

Ertesi gün koştura koştura yarışmaya hazırlanıp güle eğlene gittik Ordu Üniversitesi'ne. Yarışma öncesi yaşanan heyecan, yarışma esnasındaki güzellikler ve her zaman olan hatalar yarışma sonrasını da  mutluluk verici kıldı. (Ne olumlu bir sözce kurdum ben öyle!)
Yarışmadan sonra tribünlere geçip oturunca önce Amasya Üniversitesi'ni ardından da Artvin Çoruh Üniversitesi'ni izleme şansı bulduk. İki ekip de benim için ilk üçe girmesi mümkün olmayan ekiplerdi. Bu ekiplerde dans eden dansçıların emeğine saygı duymadığımı düşünmeyin, asla. Çoruh Üniversitesi'nin solosu çok hoştu, Amasya'nın ise müzikleri mükemmeldi ancak bunlar birincilik ya da ilk üçe girmek için yeterli değil bence. Çoruh'ta ilk üç dakika kızlar yoktu, sahneden inince birbirlerine kabalaklarını fırlatmışlardı. Bunlar beni çok üzdü. Amasya'da ise mimik yoktu hiç. Ben bunları önemseyen bir insanım...
Yarışma sonucunu duyunca şoka girdik. En azından ikincilik beklerken üçüncü olmak bizi biraz şaşırttı ancak profesyonel bir ekip böyle bir sonuçta dağılmaz... Üçüncülük de bir başarı deyip ayrılırken aklımızda tonlarca soru işaretleri vardı. Birinci Artvin Çoruh Üniversitesi, ikinci Zonguldak Karaelmas Üniversitesi oldu... Dördüncü Gazi Üniversitesi vs... Sonuç olarak soru işaretleri oluştu beynimizde?!
Burada yok şöyle yok böyle diyerek basit insanlar gibi üçüncülüğü gölgelen cümleler kurmayacağım. Üçüncü olmak da güzel bir duygu ancak bu şekilde olması hoş değil...
Yarışmanın otelimizin yanındaki lokantadan yemeğimizi yeyip yollara düştük yine. Gece bir gibi Ankara'da olmak gibisi var mı? Muhteşem bir yolculuk, arkadaşlarla sohbetler, eğlenceler... İnsanın elli kere Ordu'ya gidip üçüncü olası geliyor...

Ertesi güne yorgun argın bedenlerle uyansak da yaşanan o birbirinden güzel üç gün ömrümüzde güzel bir anı olarak kalacak. En büyük kârımız bu oldu sanırım Ordu'dan.
Ordu'dan hiç bahsetmediğim için kızacak olan arkadaşlar var... Perşembe'de kaldığımızı söylemem yeterli olur sanırım. Otel Dedeevi'nin karşısındaki düğün salonundan, yanındaki lokantadan, Boztepe'den ve yine otelin karşısındaki kayalıklardan başka anlatacak konu yok aklımda... Ordu gibi güzel bir kente sahip olmamız gurur verici. Şirin, minicik... İnci gibi... Ordu halkına da teşekkürler, alkışları ve varlıkları için...
Yarışmaya katılan, emek veren, ekipleri izleyen, alkışlayan, ekipleri aklından geçiren, halk oyunlarına gönül veren herkese yürekten teşekkürler.
EBF-HOT'a da kucaklar dolusu sevgiler ve teşekkürler. Final bir araçtı, amaç değil. Biz o aracı bırakıp Kalem Bayramı'nı aldık elimize... Her daim başarılar bizimle olsun...
Görüşmek dileğiyle...

11 Nisan 2010 Pazar

Anahtarları Bulma

Aslında uzun uzun yazdım... Az önce sildim! Baş rolleri canlandıran karakterler filmlerde ölüm yüzü görmezmiş... Kurşun hep teğet geçer, uçurumdan hep yumuşak zemine düşer, esas kız hep onu seçer ve en önemlisi de hep doğru yerde doğru zamanda olur... Mükemmeldir.
Hayatımızın baş rolünde biz varız diye de güzel bir söz var orda burda dolaşan. Dikkat edin; bu cümle baştan aşağı yanlıştır, anlatım bozukluğu dolduru. Hayatımızın baş rolü biz olamayız. Çünkü biz filmin sahibi, yapımcısıyızdır. Parasını verip oynattığımız oyuncular, yönettirdiğimiz yönetmenler, asistanlar, şunlar, bunlar... Hepsi bize aittir ve biz yönlendiririz onları. Biz olmadan olmaz film ama filmde yokuzdur aynaya bakmazsak. Peki ya aynaya bakacak olursak? Seçip oynattığımız baş rolden daha çirkin, bakımsız ve en önemlisi geri planda bi insan görürüz karşımızda. Oysaki o baş rolü biz o hale getirdik, biz yaptık bunu... Unuturuz yaptıklarımızı, suçlarız aklımıza ilk gelenleri... İlk kimler ve ya neler gelir ki?!
O sözün yanlışlığının bir diğer göstergesi de şudur ki eğer baş rol bizsek ve o ana karakter hiç ölmeyecekse kendimizi yeniden bulduğumuz, yeniden doğduğumuz o "önemli" anları yok saymış olacağız. Her yeniden doğum bir ölümü göstermez mi bize? (Biraz karamsar bi' bakış olsa da aynen öyle.) O halde baş rol ölüp ölüp dirilecek bizim filmimizde. Olur mu öyle şey?
Hayatımız için "yapımcı" tezinin üzerinde duracak olursak; psikoloji bilimindeki "Duyguların kontrol edilebilirliği." teorisini de temel alırsak ve üstüne bir de baş rolümüzü kendimizin belirleyebildiğimiz bu güzel sistemi eklersek çok güzel bir sonuç doğuyor avuçlarımıza. Duygularımızı kontrol edip baş rolümüzü "adam gibi" seçersek sorunlarımız ortadan kalkmış olmaz mı? Kostüm sorumlusunu, figüranları, yönetmeni vs. duygularımızı kontrol ederek seçersek, dizginleri elimizden kaçırmadan... Ne mükemmel bir hayatımız olur?! Bu demek olmuyor ki hep kontrollü bir hayatımız olmalı... Asla! Her daim kontrol altında olursak, bazı duygularımızı bastırırsak cânım Froyd'un (öz harfler hareketini unuttum sanmayın) meşhur bilinçaltı dediği, buz dağının görünmeyen kısmı, kalbimizin diğer yarısı, beynimizin en derin noktaları dolar ve sonunda taşar... Uyurgezer oluruz mazallah :)
Bu konuya nereden mi geldim... Sır bende kalsın, benle ölsün... Benle de yaşasın...
Bu kısa ama verimli yazımızın ardından bir cümle ile kapatalım blogumuzu: Duygularımızın ipleri bizim elimizdeyken mutsuz olmamız ne kadar akıl dışı değil mi?

NOT: 16-17 Nisan 2010 tarihlerinde Ordu'da düzenlenecek olan Üniversiteler Arası Horon Grubu Halk Oyunları Yarışması için Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Halk Oyunları Topluluğu'na tam destek hep destek. Yaşasın EBF-HOT yaşasın Halk Dansları!!!