30 Temmuz 2014 Çarşamba

İki Lafa

Athena hayranlığımı bilen bilir. Her ne kadar bu hayranlığım 12 Dev Adam’ın biricik şarkısını yaptığı o yıllarda başlasa da Athena aslında hayatımın her anına dokunan şarkıların sahibi bir grup. Hele ki Hakancığımın geri vokalleri… Hayatımın fon müziğinin geri vokal sesi, tombalak.
                Her neyse.
                Ben yine büyüyorum. En azından sorunların altından büyüyerek kalkmaya çalışan ve dört elle dünyaya sarılmaya devam eden fani bir yaratık olmaya devam ediyorum. Faniyim, unutuyorum. Sarılıyorum dünyaya, unutuyorum. Neyseki yaratıcımız bol bol hatırlatıyor gidici olduğumuzu. Çok şükür.
                Birçok şey peşpeşe olur hep. Birbiri ardına yumruklar gelir ve etrafında birilerini arar zayıf ve büyümeye başlayan genç yetişkin. Sonra, Ericsson’un gelişim evrelerinden birine takılıp kalabalığa karşı yalnızlığı tercih eder ve görür ki evet yalnızlıkta huzur vardır. Yıllardan arta kalan dostlar yalnızlığı bozmaz, bu burada dursun.
Her neyse (2).
Peşpeşe olur ve hep böyledir. Bir sorun varsa ikincisi de mutlaka gelir. Üçüncüsü, dördüncüsü… Sen “Ne oldu hacı?!” diyene dek bu devam eder. O tuhaf ünlemi kurduğunda ise zaten nakavt olmuşsundur.
                Yeniden doğuş ise barışma sevişmesi gibidir. Sevişme mi dedim?! A a! Tesettürlü ve dindar bir “kız” nasıl olur da yazısında buna yer verir. Üstüme iyilik sağlık! Kapat o kapıyı, kapat!
                Sosyal mesajı kes!
                Nakavt olma durumundan kurtulmak aslında o kadar da zor değildir. Hatalarını önüne koyup nasıl telafi edeceğini bulduktan ve acılarını nasıl deneyime çevireceğini keşfettikten sonra işlem tamam. Bir bakmışsın “anne” olmuşsun. Bir bakmışsın “eş” olmuşsun. Bir bakmışsın “olmuş”sun. Ama o kadar kolay değil. Oldum sanma, bu en büyük aptallık. Her zaman daha kötüsü de vardır daha iyisi de. Neyseki ortada takılmak her zaman iyidir ama bir taraf seçmen gerekir. Bu taraf seçme mevzusu neyseki konumuz değil.
                Hatalar yaptım. Kalpler kırdım. Kırıldım. Unuttum. Unutuldum. Gidenin ardından ağladım. Gidenin ardından yine ağladım. Dua ettim. Yine dua ettim. Pişman oldum. Üzüldüm. Özürler diledim. Özürler bekledim. Gidenin gelmeyeceğini anladım. “Toprağın alması”nın ne demek olduğunu gördüm. Yine yine yine.
                Sonra ne mi oldu?
                Oldu işte.
                Her şey bir şekilde yoluna giriyor, hayat devam etmek zorunda. Sen sevdiğinin koluna girip ufka doğru yürümek zorundasın. Durup ardına baktığında yürüdüğün yolun kısalığından korkarsan eyvah sana! Neden arkana baktın ki yanında sevdiğin varken?
                Hatalar yaptım. Kalpler kırdım. Kırıldım. Unuttum. Unutuldum. Gidenin ardından ağladım. Gidenin ardından yine ağladım. Dua ettim. Yine dua ettim. Pişman oldum. Üzüldüm. Özürler diledim. Özürler bekledim. Gidenin gelmeyeceğini anladım. “Toprağın alması”nın ne demek olduğunu gördüm. Yine yine yine.
                Sonra ne mi oldu?
                Oldu işte.
                Sevdiğimin koluna girip ufka doğru yürüdüm. Muhteşem bir manzara karşında değil de yanında olunca, anlıyorsun. Oluyor işte. Bir şovalye var içinde.
NOT: Athena’nın “İki lafa düştün ortaya” şarkısına gönderme yapma planım karalamamın ikinci paragrafında unutuldu. Bu keyifli şarkı da benden hiç yıpranmamışlara selam olsun.
İyi tatiller. Güzel Ramazanlar. Kolay gelsin. İyi geceler. Günaydın. İyi günler. Hayırlı işler. Görüşmek üzere. Bella Ciao.

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Kosinski ile tanışmam onuruna bir yazı

Kurtuluş'taki Hakkârili sahafım gidecek diye korkarak yaptığım alışverişimde en beğenerek aldığım parçalar Kosinski'ye ait üç kitaptı. Adımlar, Bir Yerde ve Kör Randevu.
Sonradan kitapların kapaklarındakii cinsel tasvirleri fark etmem tesettürlü bir "hanımefendi"nin kitap alışverişini herhangi birinin görüp görmediğini düşünmemi sağladı. Sonra da şöyle dedim: Çok takılıyorsun. Bırak düşüncenin özgürlüğü toplumsal ünvanının ve görünümünün üzerine basıp geçsin. Bırak dostum.
Aslında E Yayınlarından çıkmış ve benim doğduğum sene benim aldığım dördüncü baskısı yapılmış kitabın içeriğiyle ilgili değil de öncelikle kitabın sonundaki şu "reklamlar" kısmı ile ilgili yazmak istiyorum.
Hâlâ devam eden bu gelenek beni çok rahatsız ediyor. Kitabın içinde o kitabın başkaları tarafndan övülme cümlelerini okumak çok rahatsız edici. Yazara haksızlık! Adamcağız/kadıncağız yazmış güzelce, bırak kelimeleriyle kendi reklamını yapsın; kitabın sonuna ya da başına ya da kapağına ya da her neresine olursa olsun övgü cümleleri yazmak da nedir. Yazar yazmış ama bak o kadar beğenmediysen seni ikna etmek için gazetelerden cümleler aldık falanlar filanlar. Çok saygısızca buluyorum.
Kosinski için de bu geçerli.
Yayınevlerine duyrulur.
...
Gelelim asıl meselemize.
Aslında kitabı okurken önce rahatsızlık duydum. O kadar sade ve net bir dil kullanmış ki yazar bu rahatsızlığım kısa sürede tespitlere hayranlıkla son buldu. Günümüz ya da o günün insanının içgüdülerindeki yozlaşma ve bayağılığı o kadar çarpıcı ve kendi halinde anlatmış ki şaşkınlıktan kitabın bittiğini anlamadım.
Kitapta şiddet ve cinsellik ögeleri olabildiğince rahatsız edici geldi bana, henüz bu tür toplumbilim içeren kitaplar okumayan biri olduğumun altını çizmeliyim. Ancak bu ögeler, şarkıcıdan bozma yönetmenlerin çektiği romantik filmler gibi kanırtmıyor duyguları. Kosinski net bir şekilde anlatıyor ve bırakıyor seni. Düşün diyor, sen biraz düşün.
Polonyalı olması her ne kadar insanların nerede doğduklarına önem vermeyen bir insan olsam da kendine yaklaştırdı beni. Polonya son altı senedir kardeş ülke benim için, bu sempati oradan.
Ancak yazarın kitaplarını yazdığı dönemde Polonya'da değil de Amerika'da olması ve Polonya'nın o dönem komünist yönetminin buna sıcak bakmadığını söylemesi ayrı bir konu üzerinde düşünülmesi gereken.
Yazıma son vereyim. Son verirken de bence kitabın en değerli paragrafını size alıntılayayım. Son birkaç aydır alabildiğine sorguladığım ve içinde boğulduğum gerçekleri küçücük bir paragrafta bir "zenci" üzerinden anlatıveriyor.
Yeni dostumuz belli: Kosinski. Dostlarımın en siyahı.
"Mucize sonucu olarak onların dilini konuşmam, derimin rengini, kafamın biçimini ve saçlarımın görünüşünü değiştirmem mümkün olsa, onlardan biri haline dönüşürdüm. Böylece ne olduğum ve ne olacağım görüntüsünü kendimden uzaklaştırabilirdim; bana aşılanan kanun korkusundan, başarısızlık saplantısından ve başarı simgelerinden kendimi kurtarırdım; sahip olma hayallerini, edinilen kullanılan, tüketilen her şeyle birlikte "aidiyet"i ispatlayan her şeyi -tasdikname, unvan, diploma- ortadan kaldırırdım. Böyle bir değişim geçirdikten sonra da, yaşamakta başka şey seçme olanağım kalmazdı."

20 Temmuz 2014 Pazar

Eğer bir gün yazdıklarım olursa yanımda ol.

ÖNSÖZÜMSÜ NOT: Bu yazıda geçecek olan “kör” kelimesi görme engelli bireyleri kastederek hakaret etme amacı taşımamaktadır. Yazı içerisinde var olan kaygı ve elemi en iyi ifade edecek kelime “görme engelli” tamlaması değil “kör” kelimesidir. Bu nedenle kullanılacaktır. Bir zihinsel engelliler öğretmeni olarak bunu buraya not düşmek boynumun borcuydu. Sevgiler.
                Beni bahar aylarında bir kez görmüş olan bilir. Güneş alerjisi beni mahveder ve gözlerimi bazen hiç açamam. İltihap akması, göz kuruluğu, görememe… Bir çok tuhaf şikayetle en sevdiğim mevsim geçer gider. Ve ben böyle durumlarda hep düşünürüm: Şimdi iyi kötü bir şekilde görüyoruz kısmen kör bile olsam. Peki ya bir gün hiç göremezsem? Zorlaya zorlaya kitap okuttuğum bu gözler bir gün “Haydin görüşürüz!” derse.
                İşte bu aralar bunu düşünüyorum.
                Bir de aldatmak üzerine düşünüyorum ama o başka bir yazının konusu olsun.
                Eğer bir gün kör olursam evet göremediğime üzülürüm. Üzülürüm ama her şeyi değil.
                Haberler, tacizler, kötü şekilde yerine getirilmiş sorumluluklar, mutsuzluklar… Bunları göremediğine kim üzülür ki?!
                En çok O’nu göremeyeceğime üzülürüm. Düşünsenize benim kör olmam, onun benim için ölmesi gibi bir şey. Herkes onu görebiliyorken ben göremiyorum! Var mı böyle büyük bir ceza dünyada! Herkes onun gözlerini, kirpiklerini, saçlarını, dudaklarını ve en mühimi ellerini görecek ben göremeyeceğim. Saçmalık!
                O bir film çekecek. Harika olacak, şimdiden biliyorum. Ama ben sadece dinleyeceğim. Benim için bir şarkıdan farksız olacak o koskoca film. Şarkıyı küçümsemek niyet değil. Filmi görmektir ya güzeli, dinlemek yetmez. Göremeyeceğim. Daha kaç film çeker kim bilir koca ömründe, ben hep dinleyeceğim. Dinleyicisi olacağım, izleyicisi değil.
                Ve tabi daha okunacak kitaplar bitmedi. Bu geyiğe girmek istemem. Ama kör olup da kitabımı başkalarının okumasını kabullenmem zaman alabilirdi. Geçelim bu konuyu, içim bir tuhaf oldu.
                Arada sırada gelen yeni yerler “görme” isteğim diye bir şey kalmayacak kör olursam. Yeni yerleri hissedeceğim, koklayacağım ya da duyacağım. Görmek? Yok. Toprak istiyordum ya hani?! Gözüm doysun diyordum kahverengiye. Doymayacak. Aç kalacağım kahverengiye, yeşile, sarıya. Mavi? Bilmiyorum onu.
                Yürürken?
                Gözlerim açık olacak. Birileri görecek onları, beni. Bakacaklar. Ben? Göremeyeceğim.
                İbadetlerim eksik, kitaplarım sesli, dünyadaki her şeyin görüntüsü yok olacak benim için.
                Ve yıllar sonra en kötüsü başlayacak. Sevdiklerimin siluetleri yok olacak zihnimden. Birer ses olup kalacaklar aklımda. Nasıl göründüklerine fikir yürütemeyeceğim.
                Hayat böyle son bulacak.
                O zaman, yarım yamalak da olsa, görebildiğime şükretsem fena olmaz sanırım?