25 Kasım 2014 Salı

Her 24 Kasım.

Lisedeyken bir şiir yazmıştım. "Ben her 24 Kasım Atatürk olurum." diye bitiyordu şiirim. Ondan sonra her sene 24 Kasımlarda okulumuzun yaptığı törenlerde bu şiir okunur olmuştu.
Tam üç kez bu şiiri duymuştum, mutlu olmuştum. Ne bileyim; Cahit Sıtkı ya da Mehmet Akif yerine benim karalamam... Bu harikaydı.
Artık 24 Kasımlarda Atatürk olduğum falan yok.
Orjinal, yeni ve özgün biri oluyorum. Yani burada kendimi Atatürk'le karşılaştırma niyetinde değilim. Amacım yanlış anlaşılmasın. Bu kadar saçma bir yola girmem.
Demek istediğim artık kendi halinde bir öğretmen olmak yerine daha evrensel fikirlere hizmet etmek gibi bir amaç edindim. Bu mesleği daha da çekilebilir ve keyifli hale getiriyor.
Çok keyifliyim.
...
Bugün ise öğretmenlik mesleğine yeni bir anlam yükledim. Yine bir 24 Kasım ve yine bir anlam yüklemesi daha.
Lisedeki öğretmenlerim, anne yarılarım ile görüştüm.
İş çıkışı, yol boyunca kulağıma telefonu götüren kolum katlı olduğu ve üzerimde de üç kat kıyafet olduğu için kolum morarmış.
Şu an ağrısından kolumu rahat açıp kapatamıyorum.
Peki bu hale gelene kadar neden hissetmedim?
Telefondaki o anne seslerinin mezun olduğum gün kadar yakın olmaları, sıcak olmaları ve anne olmaları... Unuttum Ankara'yı, diplomalarımı, öğretmenliğimi.
Öğrenci oldum.
Çocuk oldum, gittim Amasya'da bir ağacın altında ağladım.
Yurttaki yatakların birinde uzanıp hayal kurdum.
Telefon bekledim yemekhane kapısında.
Sınıfın önündeki kaloriferi yine mesken tuttum.
Okul çıkışlarında yine o manav Murat Abi'ye gidip çikolata aldım.
Herkesin hangi çikolatayı yediğini hâlâ ezbere biliyorum. Herkese ayrı ayrı aldım.
Etüt arasında kar topu savaşına katıldım.
Nöbetçi öğretmenle sohbet ettim "belletmen odası"nda.
Dizi izlemeye inenlere bakıp kıkır kıkır güldüm.
Çay içtim buz gibi odamda.
Ağladım.
Öğrenci oldum.
...
Telefondaki ses dedi ki: Bir öğretmen bilir ki öğrencisi ile öğretmen arasında hiç mesafe yoktur, her zaman.
Bu sözü söyleyenin ellerinden öpülmez mi?
Kurban olunmaz mı?
Örnek alınmaz mı?
...
Öğrenciliği unutmamak sanırım öğretmenliğimizi daha erdemli hale getiriyor.
Öğrenciliğimizde bize olumlu örnekler gösterip kendileri gibi erdemli öğretmenler yetiştiren sevgili öğretmenlerime bir saygı duruşu yazısıdır bu.
Ağlaya ağlaya yazılan bu satırlar öğrenciliğini unutmayan bütün öğretmenlere selam olsun.
Öğretmenler günümüz kutlu olsun.

16 Kasım 2014 Pazar

Tiyatro ya da Cyrano: Küçük bir aşk hikayesi.

Daha önce bu konuyla ilgili yazı yazmamış olmam ne kadar utanç verici!
...
Son birkaç gündür tiyatro ile sinemayı karşılaştırıp hangisinden daha çok mutluluk duyduğumu anlamaya çalışıyorum.
Olmuyor.
Sinema, oldukça mekanik ve soğuk olabilir ancak tiyatroda uygulanması zor olan çoğu şey bir kamera ile çok kolay. Tiyatro sıcağı sıcağına ve muhteşem bir deneyim, sinemanın uzaklığını yakınlaştırıyor.
Seçim yapamıyorum.
Ancak bu yazı ne tiyatroya ne de sinemaya saygısızlık niteliğinde olacak. Her ikisinin önünde de büyük bir saygı ile eğiliyorum. Sanat dallarını karşılaştırmak kadar cahilce bir durum olamaz, hepsinin yeri ayrıdır; ancak hangisinden daha fazla haz aldığımı bulamıyorum.
Geçelim bu konuyu.
Tiyatro denilince de dört beş asır öncesinden bize seslenen oyunlar geliyor aklıma. Daha mutlu oluyorum böyle oyunlarla. Hele ki devleşen oyuncuları izleyip mest olmak beni benden alıyor.
Bu tutkum Cyrano de Bergerac ile başladı. Sanırım nirvanadan başladım ve orada kaldım. Hiçbir yazara saygısızlık etmek istemem ancak Cyrano her şeyiyle bana ve benim bakış açıma hitap eden bir oyundu. Tiyatroya ve yine tiyatroya aşık olmamın ilk sebebi belki de o oyundu.

Tabi izlediğim oyunda Devlet Tiyatroları oyuncusu Durukan Ordu'nun muhteşem performansı da önemli yer tutuyordu. (Fotoğrafı internetten buldum, Larien'e sevgiler.)


Ve bu hafta Macbeth'i izleme şansı buldum. Muhteşem bir oyundu tabi, Shakespeare'e söz yok. Sevgiler ve de saygılar. Pelin Çeken'in performansı benim gözlerimi bol bol doyurdu, harika bir tiyatro şöleni oldu benim için. Bir boş gününüzde gidiniz derim.





Ancak ben yine Cyrano'dan vazgeçemiyorum.



8 Kasım 2014 Cumartesi

Blog temizliği.

Uzun zamandır aklımdaydı. 
Ben ne kadar çok yazıma bu cümle ile başlıyorum.
Uzun zamandır aklımdaydı.
...
Bu sayfamda dört beş sene önce yazdığım ve o yazıyı yazarken düşündüğüm fikirleri artık düşünmediğim yazılar var. En azından vardır diye düşünüyordum.
Sonra dedim ki dur ben temizleyeyim.
Ardından temizlik yaparken fark ettim ki düşüncelerim evrilmiş ve bu değişim sayfalarıma tuhaf bir keyifle yansımış.
Beni uzun zamandır takip eden, ya da henüz farkıma varıp eski yazılarımı okuyan okuyucularım bilirler ki "o eski halimden eser yok şimdi".
...
İlk yazımda yanımda olanlarla şimdi yanımda olanlar çok farklı insanlar. O zamanki düşüncelerim dünyayı tanımaya çalışan bir lise öğrencisinin düşünceleriyken şimdikiler yine dünyayı tanımaya çalışan ancak artık öğretmen olan bir insanın düşünceleri. Dünyaya bakışım "büyüdükçe" değişiyor.
En tuhafı, artık bir bebeğim olsun istiyorum.
Bu isteğim bana çok tuhaf geliyor.
Neyseki "gelişim görevleri" denen olgudan haberdarım.
Yaratıcımız hepimize bu görevleri hakkıyla yaşamayı nasip ede, amin.
...
İzlediğim filmler, okuduğum kitaplar, konuştuğum ve tanıştığım insanlar, hayatımın dört senesini şenlendirip anlamlandıran Değerlim, değişen çevrem... Hepsi teker teker algımda o kadar büyük bir etken ki...
Büyümek güzel.
Yaşlanmak da öyle.
...
Kim bilir, bir yirmi sene sonra bu "acemi" yazımı da okuyup yine diyeceğim: Silme be Nihan. Güzel bir ömrün izdüşümleri kalsın burada, ölüp gidince ardımızda bir şeyler bırakalım. Silme be Nihan.

2 Kasım 2014 Pazar

Seneleri saymanın mantıksılığına dair.

23 Ekim'lere selam olsun.
...
Uzun zamandır başlıklarıma nokta koyuyorum. Her an bir yazım, son yazım olabilir. Bunun bilincindeyim.
Esra'nın son yazdığı yazı neydi?
...
Üç yıl oldu.
Ve ben bütün perşembemi ağlamaya yakın bir halde ve yorgun argın geçirdim. Ağlayıp ağlamadığımı buraya yazmanın gözyaşı bezlerime ne katkısı olacak?!
Ölümün insanı mutsuz ettiğine inanmıyorum. Mutsuz eden ölüme dair var olan "gerçek dışı" düşüncelerimiz ve bu düşüncelerin yarattığı korku. Ölümden korkuyor olmamızın sebebi ise sonrasını bilmiyor olmamız, sadece bu.
Ölüm oysaki düşününce birçok güzel kapıların açılması demek. Dinlenmek, sınavın sona ermesi, insanlardan uzaklaşmak...
Ne kadar da dünyaya dair yazdım değil mi?
Gel bir de onu ciğerinin köşeleri ölenlere söyle, değil mi?
"Yarayla alay eder yaralanmamış olan" değil durumum, alay etmiyorum. Acıları hafifletmek için kendimce (!) mantıklı düşünce parçaları üretip kaygıyı azaltıyorum.
Ve tabi bunun o kadar da kolay olmadığını biliyorum.
...
Üç yıl oldu.
Kimimiz haberler hatırlatınca "Aa o kadar da olmuş mu?" dedik, geçtik. Kimimiz hatırlamadı bile. Kimimizin bu günden haberi bile yok. Kimimizse bugünü mezar başında ağlayarak geçirdi.
Mezar ne çirkin bir kelime. Kabir daha değerli sanki.
(Mezar Arapça bir kelime ve ziyaret edilen yer anlamında kullanılıyor. Ne de tuhaf değil mi?Kabir kelimesine gelince, yine Arapça bir kelime ve gömü anlamında. Mezar daha masum bir kelimeymiş aslında. Ziyaretin bol olmasına niyet ederek mezarı kullanmak daha güzel olabilir artık.)
(Bakın paragrafın ortasında neydi sonrasında ne oldu kelimeye bakış açım. İyi ki insanım.)
...
Üç yıl oldu.
Biz o sene üç mezar bıraktık Amasya'da bir dağın tepesine. Yine ziyarete gitmek nasip olmadı. Bakın, o cümleden sonra da nokta var.
...
Ölümleri hatırlamak ya da hatırlatmak dert değil.
Bir dua çok zor olmasa gerek.
Ölümden sonrasına inandığım için bunu rica ediyorum ancak inanmayan varsa sevgiyle kalsın.
...
Bir gün öğreneceğiz kimin haklı olduğunu.
Umarım hepimiz öyleyizdir.
Ama hepimiz yalnız uyuyorsak yatağımızda, ne fark eder kim haklıysa!