6 Aralık 2015 Pazar

Gorki'ye saygı duruşu: Ana


Gorki'nin "Ana" adlı eserini sonunda okudum. Son zamanlarda dünya düzenine dair yaptığım sorgulamalara ilaç gibi geldi. Dünya düzeni dememe bakmayın, Banu Avar'a bağlamayacağım. Bahsedeceğim "şey" daha az spekülatif.
Ana, kısaca sosyalist bir direnişçi olan oğlunun mahkum edilmesinin ardından sosyalist düşünceler edinip oğlunun izinden giden bir annenin anlatıldığı kitap. Sahiden pek kısa oldu.
Romanın akışı, Pelageya'nın düşünce değişiminin seyri, karakter örgüleri ve seçimleri oldukça keyifliydi. Oldum olası Gorki'nin sert ama duru üslubuna bayılmışımdır.
Sosyalizmin ne olduğu, romanın yazıldığı dönemle bu dönem arasında insani anlamda bir ilerlemenin olup olmadığı gözlemi, insan olma durumu gibi konularda ufkunuzu açacak bir kitap. Öneririm.
...
Ben, Oda Yayınları'nın Mart-2013 baskısını okudum; hatalarla doluydu. Bilginiz olsun.
...
Kitaptan birkaç cümle de şurada bulunsun:

  • İnsan bir adım daha atmıştı mezarına doğru.
  • İnsan iyi bir şey beklediği zaman yaşamış olur.
  • Tüm insanları sevgiyle kucaklayabileceğimiz çağın gelişini çabuklaştırmak için insandan nefret etmemiz gerekiyor.
  • İnsan kendi sopasını yeyince daha az acı duyuyor.
  • İkonlara baka baka aziz olunmaz.
  • Beni ben olduğum için dövmedi de bütün nefret ettiği kimseler yerine döverdi sanki.
  • Eğer tanrıyı elinden alırsanız, benim gibi yaşlı bir kadın üzüntülü zamanlarında neye dayanır?


6 Eylül 2015-Ankara

16 Kasım 2015 Pazartesi

Kürk Mantolu Madonna "klişesinden" uzak bir kitap yorumu.


Çeşitli sosyal medya profillerinde, YKY'nin mavi kapağında Sabahattin Ali'nin fotoğrafını görürdüm. Böylesi popüler olduğu için "Kürk Mantolu Madonna"ya hep soğuk duygular hissettim. Kitabı bitirdiğim şu an bile aynı his içindeyim. Beni bilenler, popüler olana duyduğum uzaklığı da anlarlar diye umut ediyorum.
...
2014 yılının Ağustos ayında bir arabaya atlayıp çıktığımız Karadeniz turunda iyi ki Sinop'a ve o uğursuz hapishaneye uğramışız diyorum. Orada dizelerini okuma fırsatı bulmasam belki de Sabahattin Ali okumaya hiç yanaşmayacaktım.
...
Sabahattin Ali'nin üslubu, okurken içindeki ses tonunu bile değiştiren bir naiflikteydi. Oldukça çok zevk aldım okurken. Sahiden de 1940'ların dünyasına gittim, gittim. Bu huzuru veren çok yazar yok.
Kürk Mantolu Madonna ise bana aynı anda birden fazla duygu hissettiren bir kitap oldu. Kızgınlık, minnettarlık, pişmanlık, hınç, merhamet... Bu; yazarın, konuları çok yönlü değil derinlemesine ele almasından ileri geldi, şimdi görebiliyorum. Konunun bir not defterinden okunduğunun hayal edilerek ilerlemesi ise ayrı bir macera.
Bu, Sabahattin Ali'nin okuduğum ilk eseriydi. Üslubunun inceliği, bazen rahatsız eden bazen de hayran bırakan tutkulu aşkı işleyişi ve yine o önyargıların senelere mal olduğunu görmek güzel bir deneyimdi.
Böylesi değerli bir yazarı ben de önyargılar yüzünden oldukça geç tanıdım.
Ne acı.


26 Eylül 2015 - 15.51
Ankara

25 Ekim 2015 Pazar

Yeni yaşam döneminden geciken bir merhaba.

Herkese merhaba,
Uzun bir ara verdiğimin farkındayım ancak bu, sizleri unuttuğum anlamına gelmiyor. Yalnızca ihmal ediyor olduğumu kabul edebilirim.
18 Ağustos 2015'ten bu yana sevdiceğimle keyifli bir sürece başladık, toplumun da onayını alarak beraber yaşamaya başladık, sonunda. O günden bu yana da evimizde henüz internetimiz olmadığı için ve sonradan bir bilgisayar edindiğimiz için yazı yazma şansım olmadı. Stokta yazılar var ancak yayınlama fırsatı bulamadım.
En kısa zamanda yaşanan onca aydan birikenleri paylaşmak için sabırsızlanıyorum. Bir ton kitap, konser, sinema ve oyun üzerine yazacağım çok şey var.
Umarım bu dönemde yaşanan katliamlardan, zulümlerden, nefret söylemlerinden ve bir ton üzücü haberden umudunuzu koruyabilmişsinizdir. Daha güzel ve huzurlu günlerde görüşmek şu an en büyük temennim.
Güzel bir sonbahar, güzel bir ömür ve güzel bir evren dileklerimle iyi okumalar dilerim. Sevgiler.

29 Nisan 2015 Çarşamba

Anılara Dokunmanın Yaşı.


Anılara, yazdığınız yazıların başlığına nokta koymaya başladığınızda, dokunmaya başlarsınız.
Bunun yaşı ise değişir, anıların karakterinizde bıraktığı ize göre.
Hayatınızdan yüzlerce insan gelir geçerken neden sadece birkaçının iz bırakarak gittiğini de anlamanız aynı yaşlara denk gelir.
Bu tuhaf değil.
Büyüdüm, daha fazlası yok, en yaşlı benim; dediğinizde ertesi gün yeniden doğduğunuzu anladığınız gün başlarsınız anılara dokunmaya.
"Eskiden" bir araya getirebildiğiniz kelimelere hükmedemediğinizi gördüğünüzde, bir karalama yapacakken aklınıza milyonlarca fikrin aynı anda denk gelmesi bu zamanlarla aynıdır.
Bu da tuhaf değil.
Bir gün çıkıp, aniden, anılara "sahiden" dokunmaya gittiğinizde önce sizi masal gibi bir meydan karşılar.
Bu meydanda adım başı anı düştüğü gibi saniye başı da bir anı düşer.
Kimse bilmez, kimse duymaz.
Bu da tuhaf değil.
Meydandan giden yolu takip ettiğinizde bir beton yığının ne kadar hayatınıza işleyebileceğini fark edersiniz. Şaşırırsınız.
Bilirsiniz, tuhaf değil.
Sonra, artık hayatının en güzel döneminde olan bembeyaz eller sarar anıları. O ellerin yanında bilirsin ki anılara dokunuyorsun. O ellerle kaç gece beraber ağlamış ve kaç gün beraber salata karıştırmışsındır. Artık her salata odur.
Ve tabi bu da tuhaf değil.
Senelik ellerin arasından ayrılıp bütün hakikati çözmüş ve artık kadim dost olmuşlara gidersin. Üç mezar taşı karşılar seni. İlk kez bir mezarı görünce mutlu olursun, huzur duyarsın. Mezarların güzelliğini anlata anlata bitiremezsin. (Neden kabir değil mezar dediğimi önceki yazılarımdan bilen bilir.) Anlatırsın, anlatırsın, anlatırsın. Mezardır sonuçta, hüzündür herkese göre. Ama sana göre öyle değildir. O  mezarlar bir aşkın ve yepyeni bir sevginin sonsuza dek yaşamaya attıkları adımın ilk izidir. Sonraki izi gördüğünde burada olamayacağını hayal edersin. İçin huzurla dolar. Güzel yürekli insanlar erken gider.
Bu tuhaf, hiç değil.
Allah aramızda kirlenmelerine izin vermez öyle değerlilerin.
O üç güzel mezarın yanından ayrıldığında artık anılar her yerine bulaşmıştır.
Gözlerine, ellerine, dudaklarına, ayaklarına...
Çıkarmak istemezsin. Günlerce, aylarca, ölene dek o anılarla yaşamak ve kaybolmak istersin bilincinin içinde. Ancak insanlar buna izin vermez. Hepsi bunu ister ama birbirlerine izin vermezler. Koştururlar anıları üzerlerinden dökerek. Hiç sevdikleri ölmemiş, hiç sevdikleri gitmemiş, hiç sevmemiş ve hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarlar anılarını dökerek. O, değerli anıları.
Bunu fark ettiğinde anılara dokunmuşsun demektir.
Bu tuhaf.

27 Nisan 2015 Pazartesi

"Şimdi için buradayım."


Amasya'da bir tepenin yamacına tırmanırken "Her yerde mezarlar bıraktığımız günler de mi gelecekti?" demiştim.
....
O ise Diyarbakır'da, hayatımda gördüğüm en büyük ve "değerli" mezarlıkta yürürken "Şimdi için buradayım." demişti.
Bir diğer cümlesi de aylar sonra ben tarafından söylendi.
...
Şimdi için buradayım.
Evet! Sen, ben, o ve diğerleri! Hepimiz! Sadece "şimdi" için buradayız. Birazdan nerede olacağımız ve az önce nerede olduğumuzun bir önemi yok. Şimdi, buradayız.
...
Şimdi için buradayım.
Evet! Sen, ben, o ve diğerleri! Hepimiz! Sadece "şimdi" için buradayız.Yaşadık koca kentleri, yürüdük onca yolları, çektik onca dertleri, geldik buraya şimdi için. Her şeyi sorguladığımız şimdi, bir başka şimdiye dek en değerli an olarak kalacak.
...
Unutma.
Şimdi için buradayım.
Şimdi için buradasın.
Şimdi için buradayız.

23 Nisan 2015 Perşembe

Benim Lazer Deneyimim: Hikayenin Sonu


Herkese merhabalar.
Bir 23 Nisan günü sesleniyorum sizlere. Gözümde güneş gözlüğüm var. Küçük bir önlem.
Bildiğiniz gibi en son, gözüm uygun olmadığı için lazer operasyonumu ertelemek zorunda kalmıştım. Nisan ayında çağırmıştı bir önceki doktorum beni. Bu süreçte Dünya Göz'den ikiyüz küsür liralık muayene ücreti ödemeye bir türlü cesaret edemedim. Geldim taa nisanın sonuna...
...
Farklı kişilerden aldığım yanlış bir tavsiyeyle Hacettepe Üniversitesi Hastanesi'nin Göz Hastalıkları Bölümü'ndeki Zöhre Hanım'a yönlendirildim. Zöhre Hanım orada lazer ameliyatı olamayacağımı söyleyince eyvah dedim.
Çünkü özel hastanelerde birçok para vererek olmam gerekiyordu yine bu ameliyatı! Kös kös araştırma yaparken yeniden gözlerim Doç. Dr. Mehmet Koray Budak'a çevrildi.
Bir heyecanla aradım. Randevu aldım.
...
Kısaca size şöyle özetleyeyim.
300 lira muayene ücreti isteniyordu ancak aynı gün ameliyat olunursa bu ücret alınmıyordu. 1800 ile 2800 lira arasında bu operasyon değişiyordu.
Bir gaz ile gittim çarşamba günü. Ayrıca Koray Bey'in merkezinin yeri çok basit ve herkesin bulabileceği bir yerde. Tunalı 82-B'de. Çok rahat bulunca insan mutlu gidiyor. Bekleme salonunun dizaynı çok keyifliydi. Heyecandan hiç fotoğraf çekemedim ancak hem otantik hem modern bir tarzı vardı ve dinlendiriyordu. Çalışanlar ise ilgili, güleryüzlü insanlardı.
Koray Bey dünyanın en çok güven veren doktoru. Muayenelerin sonunda gözlerimin çok sağlıklı olduğunu, operasyona hazır olduğumu söyledi. (Benden önce gelen bir öğrenciye uygun olmadığını söyleyerek ona lazer uygulamayı reddetmişti. bunu da not düşeyim.) Bugün olmak isteyip istemediğimi ve hangi yöntemi istediğimi sordu. PRK daha önce de bahsettiğim gibi zor ve ağrılı bir süreç istiyordu benden. 1000 lira fark vererek intralasek denen yöntemle ameliyat olmak istediğimi söyledim.
Birkaç ilaç almam gerektiğini ve açsam yemek yemem gerektiğini söylediler. Annemle dışarı çıkıp, atıştırmalık bir şeyler yedik. İlaçlarımızı alıp muayenehaneye döndük.
Bir sakinleştirici hap ve üç tane sinir uçlarını  uyuşturan hap aldım. Ayrıca bir de şeker.
Beni çağırmaya gelmeleri uzadıkça heyecanım artsa da sakinleştirici etkisini gösterdi sanırım. Belki de ben öyle hissettim.
Operasyona bir önlük giydirilip alındım. Operasyon sanki bir dakika sürdü ama annemin dediğine göre çıkmam on iki dakika sürmüş. Buna kıyafetimi değiştirmem, saçlarımı açmam vs dahil.
Gözlüklerimi son kez çıkardığım an çok duygusaldı. Bunu herkes yaşamalı. Herkes.
Operasyonun en sinir bozucu kısmı ilk yarım dakikası. Gözümü bir cihazla açıp uyuşana kadar geçen süre yani. O da yarım dakika bile sürmüyor. Sonrasında herhangi bir acı yok. Sonrası nasıl mı? Renklerin gözünüzün önünden geçip gittiği keyifli bir süreç.
Sağ gözüm bittiğinde Koray Bey nasıl olduğumu sordu. Ben de "Görsel bir şölen yaşıyorum." dedim.
İkinci göz de bitince her şey bitti.
Mutluluktan; önce hemşire hanıma sonra da Koray Bey'e sarıldım. Onlar beni gözlükten kurtaran insanlar sonuç olarak.
Çıktığımdaysa bu zamana kadar operasyonda en rahat hareket eden hasta olduğumu öğrendim. "Cesur hasta" unvanını aldım.
...
Bir saat kadar bir odada dinlendirdiler beni. O arada ağrı sancı yokken çıkmamıza yakın ışığa karşı çok büyük tepki gösterdi gözüm. Eve gidene dek gözümü hiç açamadım. Eve gelip ilaç alıp damlaları damlata damlata uyuduktan sonra (bir saat kadar) her şey süper oldu.
Uyandığımda daha net ve iyi görüyordum. Gece boyu da hiç ağrım olmadı.
...
Ertesi sabah doğru hastaneye. Koray Bey gözlerime bakıp herhangi bir sorun olmadığını söyleyerek lenslerimi bana çaktırmadan aldı.
Ve hikaye burada bitti.
...
İnanabiliyor musunuz?
Gözlüğüm olmadan görebiliyorum.
"Bu paralar verilir mi? Ne gerek var?!" demeyin. Demeyin. Bu duygu her şeye değecek ve yine değecek bir duygu.
Etrafınızda bu operasyonu hor gören ya da basitleştiren ve belki de masraf olarak gören birileri olabilir. Olsunlar. Siz aldırmayın. O lenslerle ve gözlüklerle neler çektiğinizi benden iyi kimse bilemez.
Düşünmeden gidin, deneyin. On dakika bir görsel şölen ve sonrası herhangi bir alet olmadan net bir dünya!
...
Bu konuda da tabi ki Koray Bey'i tavsiye ediyorum. Hem de şiddetle.
Ayırdığınız bütün vakte ve paraya değer.
Daha net ve pıtırcık bir dünyadan sevgiler.
(Bu yazıyı dün ameliyat olmuş biri yazıyor, ne tuhaf!)
...
EKLEME: Ameliyattan tam beş gün sonra.
İkinci günün gecesinde aslında fark etmesem de net görmeye başlamışım. Üçüncü gün uyandığımda artık görüşümle ilgili bir sıkıntı kalmamıştı.
Sadece ameliyattan sonra her dakika lens takıyormuşum gibi gözlerim erkenden yorulmaya başlamıştı. Bu da çok çok uyku yapıyor. İlk günler evden çıkmamak ve temiz ortamda kalmak bence en doğru adım.
Beşinci günümde ise gözlerim artık daha güçlü, daha net görüyor. Yalnızca "gece ışık patlaması " dedikleri şeyi deneyimledim. O da şöyle ki sadece sokak lambalarına baktığınızda etrafındaki haleler daha geniş görünüyor ama bence etrafı net görmek için bu bir bahane değil ve olsun be gülüm!
Durum bu.
Yeni bir gelişme olduğunda yeniden yazıya "EKLEME" eklerim. Sevgiler.

12 Nisan 2015 Pazar

Bir daha hiç 24 yaşımda olamayacağım.


Yarın 13 Nisan, 2015. Pazartesi.
Hayatımın yirmi beşinci yılının ilk günü.
Yakın bir zamanda ölecek miyim nedir, bu sıralar oldukça çok ölümü ve geçen saniyelerin değerini düşünüyorum.
Değer verdiklerime ya da vermediklerime harcadığım ömrümün değerini fark ediyorum.
"Ben de öleceğim." birkaç haftadır kurduğum bir cümle.
Evet, herkes öleceğini bilir.
Benim bahsettiğim ölüm başka.
Birine aşık olurken, birine bir dert anlatırken, biriyle kahvaltı yaparken, birine kızarken, birine kırılırken geçen ömür tamamen kendi ömrümüz.
Tuhaf "etkinliklerle" ömrümüzü tüketiyoruz.
Bunu fark ettirdi yirmi dördüncü yaşım, sağ olsun.
...
Oldukça mutsuz başlayıp oldukça huzurlu biten bir yıl oldu benim için.
Şimdi uzun uzun mecazlarla çaktırmamaya çalışarak içimi dökeceğim sizlere. (Yazının sonunda görüyorum ki mecazlardan uzak ve net bir yazı olmuş. Dilimin ayarını!)
Çünkü hayatımda var olan içimi dökebileceğim dostlarımı kırıp üstlerine fazladan yükler yüklemek istemiyorum bu kez.
Bu kez siz "okuyucularımla" paylaşayım yaşımı.
İlk kez bencil değilim.
Yirmi dördüncü yaşım bunu da öğretti.
...
Geçen seneki günüm, çok mutsuz geçmişti.
Zorla, kendi kendime mutlu olmaya çalışmış ancak başaramamıştım.
O zamanki acılarımı şimdi hasretle anıyorum, içlerinde aşk vardı.
Kayınpederimle tanışmıştım, berbat bir vesile ile.
Onu hatırlatan bir hırka ile dolaştım bir yıl.
Yine öyle.
Haziran'da onu kaybetmiş olmam birçok şeyi tepe taklak etmiş olabilir.
Her şeyin düzene gireceğini ümit ederek geçti ömrüm, yine öyle oldu.
Ancak ümit ederken boş durmanın saçmalığını anlamam henüz başıma geldi.
...
Büyüdüğüm günler, diye bir yazı yazmıştım zamanında.
Bu seneden önce hiç bu kadar büyümemiştim sanırım.
Çocukluk anılarımın sonu geldi, dostumu toprağa verdim.
Son zamanlarda onu çok özlüyorum.
Uzun yıllar görüşemesek de aramızda mesafeler olsa da orada bir yerde olduğunu bilmek bile güzelken şimdi ölene dek bir daha göremeyecek olmak, asıl şimdi şimdi canımı yakıyor.
Düğünümde kuşağımı bağlayacak kişiyi yeniden düşünüyor olmak öyle berbat ki!
Bu cümle aklımdan geçtikçe şimdi olduğu gibi ağlıyorum.
Buna ağlamak denmez aslında.
Başka bir şey!
Murat beni çok büyüttü.
Şimdi biz de onun çocuklarını büyüteceğiz.
Onun yaptığı kadar erdemli olabilmek isterdim.
Hiçbir zaman olamayacağım.
...
Bu yaşımda bir de paha biçilemez ve dünyada sadece bir tane olan kardeşim olduğunu fark ettim.
Artık başucumda onun resmi var.
Allah'ın beni dünyaya gönderdikten bir sene sonra peşimden yolladığı ilk gerçek dostum.
Sansürsüz tek sırdaşım.
Bunu yeni anladım.
Annenin ve babanın değerini zaten bilirsin de; kardeşin değerini sana çektiğin sıkıntılar öğretiyor.
Çok sıkıntılı bir ömrüm yok.
Huzurum yerinde ama çok sorguluyorum.
Etik üzerine tanrı üzerine çok sorguluyorum.
...
Bu yaşımda insanlara bakış açımın çok çok yanlış olduğunu da fark ettim.
Hor gördüğüm eşcinsellerin, dışladığım milliyetçilerin, anlam veremediğim ateistlerin ve benden farklı olduğu için kızdığım herkesin gözünden dünyaya bakmayı denedim.
Başardım mı bilmiyorum.
En azından artık hepsini seviyorum.
Hepsini kucaklayabiliyorum.
Çünkü onları da beni yaratan tanrının yarattığına iman ediyorum.
Tek sebebi bu da değil.
Onlardaki farklı tatları alabilmek de büyük keyif.
Çok şükür.
...
Bu yaşımda öğrencilerimin gözünde tanrıyı gördüm.
Benim kim olduğumu, inancımın ne olduğunu, gözlerimin ne renk ya da boyumun ne kadar uzun olduğunu bilemeyecek ve aslında umursamayacak bir çocuğun bana sarılışındaki kutsallığı keşfettim.
Zihinsel engelli, otizmli, gelişim geriliği olan ya da herhangi bir engel grubunda sırf daha rahat isimlendirilebilsinler diye sistem tarafından etiketlenmiş bütün çocukları sevebilmenin, kızarken bile sevebilmenin tadını aldım.
Bir çocuğa "Ömer!" dediğimde "Hı!" demeyi öğretmenin hazzını aldım.
Özel çocukların özel ailelerine umut olmanın huzurunu yaşadım.
Bu kalplere dokunmanın değerini bildim, hor görmedim.
Hor görene açtığım savaşta yılmadım.
Boyun eğmedim.
Eğmemek içinse şimdi birçok şeyden vazgeçiyorum.
Bu başka bir yazının konusu.
...
Yirmi dördüncü yılım hayatımda ilk defa Mardin'i, Diyarbakır'ı, Sinop'u ve Artvin'i gördüğüm bir yıl oldu.
Ne güzel yaratıyor Yaratan!
...
Orhan Veli'nin yüz birinci yaşı kutlu olsun.
Yarın yine çantamda bir tomar Orhan Veli şiiriyle doğumgünümüzü kutlayacağım sevgili dostumla.
Bu kez Sevgili Dostum Tezer, Sevgili Dostum Yakup Kadri, Sevgili Dostum Ferit, Sevgili Dostum Peyami, Sevgili Dostum Fyodor ve tabi Sevgili Dostum Knut da yanımızda olacak.
Siz de yarın yanınıza birkaç dostunuzu alın.
...
Ve bugün odamın ortasında kardeşimle, dünyada tek olan kardeşimle dans ederken fark ettim ki hiçbir zaman 12 Nisan 2015 pazar gününün saat 17.02'sini bir daha hiç yaşamayacaktık.
Bunu fark etmek kadar anlamlı bir şey yok.
Yirmi dördünüzü beklemeyin.
Ya da hangi yaşlar varsa önünüzde...
Bence; koştururken durun ve bir an düşünün.
Bir daha bu anı asla yaşayamayacaksınız.


19 Şubat 2015 Perşembe

İnsan olmaya dair.


Bu bloga senelerdir kendi kendime sorduğum sorulara çeşitli yollardan bulduğum cevapları yazıyorum. Gün geçtikçe evrilen amacımın nerelere geldiğini siz benden daha iyi biliyorsunuz. Önceleri sadece bir hobiyken artık burası benim ölümsüzleştiğim ve tanımadığım kişilere seslenip bir tutam "cevap" verebildiğim bir yer oldu.
Son zamanlarda da daha genel sorunlarla ilgili kafa yorup kaygılandığımı biliyorsunuz, bütün bunları beraber yaşadığımız dünyada hissediyorum. Sizin farklı yorumladığınız bir durumu ben daha farklı yorumluyorum. Hepimiz farklı yorumluyoruz ve böyle tatlı tuzlu, keyifli oluyoruz.
Son zamanlarda, yine, insanların birbirini sevmemesi ve saygı duymaması üzerine birçok yazı yazdım. Tesettüre girme sürecim, bir öğretmen olarak toplumda kabullenme sürecim ve tabi bir kadın olarak yine aynı süreç hep buraya yansıdı farklı şekillerde. Hepsinde temel noktam "hoşgörüsüzlük" oldu.
Bu günkü yazım ise yine bu sevgisizlik üzerine.
...
Özgecan'ın adını sayfamda anmaktan büyük bir gurur duyarken bir yandan da utanıyorum. Daha bir hafta önce o da herhangi biriyken ve dünyadaki kötülüğün ne boyuta geldiğini o "da" bilmezken dünya daha güzel bir yer değildi, sadece boyutlarını bilmiyorduk. O da bize bu boyutu gösterecek kişi olduğunu bilmiyordu, belki hâlâ bilmiyor. Ruhu şad olsun.
Ben, onun, Allah tarafından milyonlarca insana farkındalık yaratmak için seçilmiş bir "insan" olduğunu düşünüyorum. Keşke hâlâ aramızda olsaydı, biz onu tanımasaydık ancak olan oldu ve süreç hâlâ işliyor. Şimdi ardından milyonların dualar ettiği bir isim, ne kadar şans sorgulamak gerek. Buradan naçizane ailesine sabır diliyorum, hepimizin sınavı başka ve bambaşka.
...
Bu olay hepimize kadın olgusunu sorgulattı. Sonra da günler geçtikçe hepimizin kendi insanlığına ayna tuttu.
Farklı bakış açıları duyduk-gördük-şaşırdık-vah ki ne vah dedik-inanamadık-saygı duyduk-sustuk. Görüşleri şöyle ayırabiliriz:

  • İlk grup kadın haklarını gündeme getirdi, dünyada ve özellikle bizim ülkemizde kadın olmayı sorguladı ve evrensel çözümler aradı.
  • Bir başka grup kendi dininden yola çıkarak aslında katledilen gencecik kızın "birazcık" dindar olması ile bu katliamın önüne geçebileceğini yani dolayısıyla hak ettiğini düşündü.
  • Başka bir grup kadın-erkek eşitliğinden dem vurdu ve bunun ülkemizde sorgulanmasına bu olay üzerinden yön verdi.
  • Birileri insanların "kız/kadın" olma durumunu sorguladı ve başkalarının bedeninde kendine hak gördü. Bu konuda bile bunu açarak yüzsüz bir "dinci"likle bunu perdelediğini sandı, bence olmadı.
  • Başka bir grup ise "cani"nin çocukluğuna inerek bu duruma bahaneler buldu. Açıklama getirmek istedi ki böylece gelecek nesillerde böyle "cani"ler olmasın istedi.
  • Bir başka grup bunun üzerinden siyaset yaparak ülkeyi kadın düşmanları ve kadın düşmanlarının düşmanları diye ikiye bölmek istedi.
  • Bir grup idamı tekrar getirmek konusunda görüşler ortaya attı.
  • Başkaları insanın değerinin ne hale geldiğini görüp dehşete kapıldı.
  • En sonuncu grup ise ahlaksız bir sessizlikte bütün bu olan biteni izledi.
Bütün bu süreçte Özgecan'ın ailesi çok acı çekti, defalarca. Her canlı yayında, her röportajda, her haberde, her "başınız sağ olsun"da...
...
Yakın zamanda çocukluk arkadaşımı kaybettiğimi biliyorsunuz, bir ölümün evlere neler getireceğini ve neler götüreceğini kısa bir zaman önce hatırlamış biri olarak o evi hayal edebiliyorum. Bu yüzden bütün bu tartışmalardan fırsat buldukça inandığım Allah'ıma dua etmeyi ihmal etmiyorum.
...
Gelelim artık meseleye. Yüzyıllardır erkek hep erkekti. Kadın ise hep kadın. Ne ara kadın bu kadar değersizleşti diye soracak olursanız "bence" birçok etken var. Müslüman bir ülke olduğumuz iddia ediliyor. Müslümanlığın kadına bakışını yanlış  ifade eden ve kullanan siyasiler, erkek cinsiyetini sadece bir soy devamı ve iş gücü olarak gören aileler, sanayi devrimi ile artık yavaş yavaş iş hayatına giren kadınların ekonomik gücünü erkekliklerine bir tehdit olarak algılayan erkekler, emzirdikleri erkeklerinden bir türlü kopmayı başaramayan karaktersiz kadınlar, acıları yarıştıran devlet adamları ve devlet adamları ve devlet adamları bu konuda suçludurlar.
Yapılması gereken?
Bir öğretmen ve psikolojik danışman olarak şunları öneriyorum:
  • Müslümanlığı, devletin değil din alimlerinin dilinden öğrenmeliyiz. Devletin bize öğretmeye, beynimize sokmaya çalıştığı bütün o hurafe dolu bilgileri reddetmeliyiz. İnancın devletin değil bireyin olduğunu unutmamalıyız.
  • İnsanların cinsiyetlerinden önce insan olduklarını ve herkesin beden bütünlüğü, dokunulmazlığı olduğunu çocuklarımıza en başından öğretmeliyiz.
  • Erkek evlatlarımıza sadece şans eseri erkek olarak doğdukları için ayrıcalıklı oldukları algısını vermeyelim. Aynı şekilde "erkek olmayan" evlatlarımıza da şans eseri kadın oldukları için şanssız ve geride oldukları algısını vermeyelim. Önce insan olduklarını, eşit olup olmama sorgusuna girmeden harika bir denklikte yaşayıp gittikleri algısını vermeliyiz. Dünyaya bu pencereden bakmalarını yaşatmalıyız.
  • Şiddeti meşrulaştıran söylemlerden, hareketlerden kaçınalım. Kaçınmayan insanları uyaralım. Ne pahasına olursa olsun uyaralım.
  • Bebeklerimize, anne karnında bile, insanları sadece insan oldukları için sevebilme becerisi kazandıralım.
  • Her şeyden önce inançlarımızı, ve bu inançlarımızın kökenlerini araştırıp doğrusunu öğrenelim. Doğru öğrendiklerimizi de çocuklarımıza dayatmayalım.
  • Kısaca yaratılanı yaratandan ötürü sevelim, sevmeyi öğretelim.
  • Kısacası sevelim.
  • Sevelim.

14 Ocak 2015 Çarşamba

İyi bir psikolojik danışman olmak için tuhaf bir adım buldum.


Herkese merhaba.
Düğün hazırlıklarından fırsat buldukça keyifli gözlemler elde etme peşinde koşuyorum, hâlâ. Buraya hâlâ yazıyor olmam da henüz yaşama hevesim var demek oluyor böylece.
...
Başlık birçoğunuzun dikkatini çekmemiş olabilir ancak etrafımda birazcık psikolojik danışman varsa umarım ilgilerini çekmiştir ve böylece onlara ilham verecek bir deneyim fırsatı sunmuş olurum.
...
Düğüne birkaç ay kala hâlâ şişko bir tombalak olduğum için diyetisyene gitmeye karar vermiştik sevgili Değerlim ile, bunu sanırım buraya daha önce yazmadım. Uzun bir arayışın ardından İbrahim Taşdelen ile yollarımız kesişti. Ama bu kararı verene dek adamcağızın sosyal medyadaki bütün paylaşımlarını, yazdıklarını, incelediklerini... Kısaca her şeyini inceledim ve kafa bir adam olduğuna karar verip öyle gittim. İyi ki de gittim.
Birbirimize karşı gayet açık sözlüyüz. O da ben de işimizin sıkıntılı yanını açık yüreklilikle söyleyebiliyoruz.
Diyete başlayalı bir ay olmak üzere ancak benim kendi üzerimde gördüğüm çeşitli değişimler var.
Diyet, evet bir prensip işi. Karar verip uygulamamızla doğrudan ilgili ancak bir de diğer yanı var. Bizi bu diyete yönlendiren ve süreç boyunca moralimizi bir heykeltıraş gibi şekillendiren bir diyetisyen söz konusu.
Diyetim esnasında kaçamak yapmam, bilen bilir, oldukça katıyımdır ve ne karar alındıysa onu harfi harfine uygularım. Ancak süreç içerisinde fark ettim ki İbrahim Bey'e karşı yoğun bir saygı ve ona eşlik eden sevgi duyduğumdan diyetime ve bu sürece daha çok sahip çıkıyorum. Kilo veremediğimde kendi adıma değil de İbrahim Bey'i üzmek adına korkuyorum. Eninde sonunda zayıflarım ama İbrahim Bey üzülecek, derken buluyorum kendimi.
Bunun böyle olduğunu görünce ve diyetisyen dostum, gurbetteki pıtırcığım Hilda ile de bu konuyla ilgili konuşunca çeşitli ampuller yandı kafamda.
Biz danışmanlar evet danışanın bize karşı tutumları ve davranışlarıyla ilgili eğitim alıyoruz ancak belki de hiç danışan tarafına ciddi ciddi geçmeden danışman rolüne bürünüp oldukça zor olan ama eğitimini aldığımız için çok da zorlanmadığımız empatiyi kurmaya çalışıyoruz. Ancak diyetisyenin bir danışanı olarak onunla yaşadığım bu süreç bana bizim de yaşadığımız danışma seanslarını düşündürdü.
Danışanlarımızın aslında bize çok çok farklı kimlikler yüklediklerini biliyordum ancak bunu yaşamak ve aslında ne olduğunu keşfetmek müthiş bir deneyim oldu.
Bunu bütün danışman adayı ve hatta danışman arkadaşlarıma öneriyorum. Diyetisyene ihtiyacınız yoksa ne olur bilmiyorum, farklı bir danışman bulup onunla bu süreci yaşayabilirsiniz belki ama mesleki olgunluk için sanırım böyle bir deneyim harika olur. Psikanalistlerin önce psiko-analizden geçmesi gibi bir süreç aslında düşünce, tam olarak öyle olmasa da.
İyi bir psikolojik danışman olmak için bir de danışanın koltuğuna, karşınızdaki arkadaşınız ya da sınıftan herhangi biri olmadan oturmak ayrı bir deneyim sağlıyor. Tavsiye, tavsiye, tavsiye ediyorum.
...
Kısa bir not: İbrahim Bey'in reklamını yapmadan geçmeyelim. FİT Ofis Tunalı'da, Büklüm Sokak'ta. "Form with İbrahim Taşdelen" de sloganımız ve ben İbrahim Bey'in ailesi, çocuklarının başarılı bir beslenme danışmanı olacağını bildikleri için böyle keyifli bir tesadüfe sebep olmuşlar diye düşünüyorum.
Eğer bir diyetisyene ihtiyacınız varsa ve Ankara'daysanız Tunalı'ya, Ankara'da değilseniz çevrimiçi yollarla İbrahim Bey'in e-posta adresine davet ediyorum sizi.
Sevgiyle kalın.

11 Ocak 2015 Pazar

Çocukluk anılarımın sonu.

Uzun bir zaman önce yazmalıydım bu yazıyı.
Ancak hazır oldum.
...
Buraya hep sevdiklerimden, değer verdiklerimden bahsettim. Onları burada ölümsüzleştirdim.
Şimdi sıra ondaymış meğer. Seneler önce Sulakyurt denen bir yere anlam verirken en başında o gelmişti isimlerin. Çocukluğumdu, anılarımın hepsiydi. Şimdi hepsi yok oldu.
...
Bir gece yarısı sekiz kişi, tenha bir kent meydanında karların içinde debelenirken aramızdan önce kimin gideceğini bilmediğimiz gibi, Murat'ın ardından da şimdi ilk kimin gideceğini bilemiyorum.
...
Bir lağımın başında verilen pozdu o. Ya da bir mezuniyet gecesinde söylenen keyifli bir şarkı, sevdiğinden gözleri kocaman kocaman bahseden bir erkek, şirin bir baba, arka sıradan durmadan dersi kaynatan bir haylaz arkadaş, herkesin adının yazılı olduğu kahverengi masaların başında dertleşilen kardeş, her gün, her sabah, her çocukluk, her ergenlik, her sevgili kavgasının sonu, her gece yürüyüşü, her arabalara kurulan yapraklardan tuzak... Çocukluğum.
...
Seneler önce bir dostumun ardından "kollarım kopmuş gibi hissediyorum" demiştim. Şimdi o kollarım yine kopuyor. Kopuyor.
Allah, inandığımız Allah, bize bir şekilde sabır veriyor.
Ama, benim kollarım kopmuş gibi geliyor.
...
Şimdi bütün üzerine kar yağmış çam ağaçları eski bir dost oldu, sarılıp ağlamak için.

6 Ocak 2015 Salı

Doğu'da yaşam isteğim üzerine

Geçtiğimiz günlerde iki günlük bir izin bulabilmişken Diyarbakır'a kaçtık, sevdiceğimle. Bizim için keyifli, tuhaf, eğlenceli, bol hareket dolu ve yorucu iki gün oldu bu tatil.
Diyarbakır'ın 31 Aralık 2014 tarihindeki 09.20 uçuşu iptal edildi, bunu öğrenmek küçük bir travma yarattı bizde. Ne de olsa ben ilk kez Diyarbakır'ı görecektim ve heyecanlıydım. Değerlim ise bana memleketini gezdireceği için oldukça keyifliydi. Bu haber soğuk duş etkisi yarattı.
Neyseki Anadolujet bize üç alternatif sundu. Yeni bir uçuş, bilet tutarı kadar iade para, açık bilet. Biz yeni bir uçuşu seçtik. Mardin, Batman ve Adıyaman içinden Diyarbakır'a en yakın olan Mardin'i seçtik.
Buraya ne kadar vurgulu yazdım bilmiyorum. Ben, Mardin'de öleceğimi düşünüyorum. Benim için, bu gizemli ve kutsal kente gidecek olmak ayrı bir heyecan yarattı.
Ne de olsa hep Doğu'ya hayran olmuş, o kültürle yaşama hasreti çekmiş biriydim ve bir taşla iki kuş vuracaktım: Mardin ve Diyarbakır.
14.15 uçağı ile Mardin'e çıktık yola. Saat 15.30 gibi Mardin'deydik. Kızıltepe'nin Mardin'e bu kadar yakın olduğunu görmek çok keyif verdi.
Mardin'in bizi akşam üzeri ve oldukça sarı karşılaması da ayrı bir mutluluk kaynağıydı. Gezelim, görelim derken bir kartpostal alma telaşı kapladı beni.
Tam kartpostal kelimesini sarf ettiğim anda bir kartpostalcı görmek ne müthiş, ne müthiş! Koşa koşa gittim ve seçmeye başladım. Bu sırada bizimle ilgilenmesi için tezgahtar bir çocuk geldi. Çocuk dediysem; genç bir erkekten bahsetmek için çocuk demiyorum. Yedi sekiz yaşlarında bir tombalak. Oldukça asık suratlı ve mutsuz! Takıldım, saçlarını okşadım, sevdim, laf attım... Ses yok! Bir gülümseme kıpırtısı bile yok! O sırada yetişkin bir "çocuk" geldi. "Neden hiç gülmüyor? Bir sorun mu var?" dedim. Büyük olan çocuk "Annesi, babası bize verirken dövün dedi. Biz de dövdük. Ondan, biraz mutsuz." dedi.
Ben herhangi bir tepki veremedim.
...
Biliyorsunuzdur. Doğu'da ölenlerin ardından derin bir yas tutulur ve ölen kişiye büyük bir saygı gösterilir.
Gezi sonrası o küçük, mutsuzluğun öğretildiği çocuğu anlatırken gelecekteki bana, şöyle bir cümle kurdum: (Sansüre gerek yok.) Doğu'da, yaşarken insanların ağzına sıçıyorlar ama ölünce saygıyı da sevgiyi de esirgemiyorlar.
Ölüm bütün kötülüklerin üzerini büyük bir başarı ile örtüp unutturuyor ve geriye kocaman bir saygı ve sevgi kalıyor.
Freud "Tabu ve Totem" çalışmasında ölün kişilerin, yüzyıllar önce ifade ettiği şeyleri araştırıp ardından da şu ana yansımalarını gözler önüne sermeye çalışmış. Ve gördükleri yukarıda bahsedilenlere o kadar yakın ki. Erkek çocuklarının, her konuda her şeye sahip olan babalarını öldürdüklerinde büyük bir haz aldığını ve ölümünden sonra saygı duyarak babalarının ruhunun gazabını uzaklaştırdıklarına inandıklarını söylüyor sevgili Freud.
Üzerine uzun uzun yazabilirim.
Ama konum bu değildi ki!
...
Ben herhangi bir tepki veremedim.
Yani o büyük çocuğa oturup, eğitim biliminden ya da çocuk psikolojisinden anlatmayı göze alamadım. Susabildim. Sadece susabildim.
Şu anki pişmanlık çok aptalca.
...
Küçük çocuğum bana bir bakışıyla anlattı ki; öyle uzaktan "Ay ben Doğu'da yaşamak, ölmek istiyorum." demekle olmaz o işler. Benim kafamda yarattığım bir dünya ister gerçek olabilsin ister olamasın, dışarıda bir gerçeklik var ve devam ediyor. Ankara'dan oturup, Doğu'nun muhteşem güzelliğinin içindeki o "uzak yaşam"ı anlayabileceğimi sanmak ne büyük ahmaklıkmış!
Bu da bana ders olsun.