29 Eylül 2013 Pazar

İkinci Basın Açıklamam: Meslek seçimi trajedim

Sayın okuyucu, bilgisayarından bu yazıyı okuyan sayın sen, telefonundan bu yazıyı okuyan sevgili sen, arkadaşının tavisyesiyle okuyan sen, sayın dostum ve sevgili misafirler.
Bugün burada çok "ses" getiren ilk basın açıklamamın ardından ikinci bombayı (!) patlatmak için toplandık. Hayır siz patlatmayacaksınız, ben patlatacağım ve siz izleyeceksiniz. Daha doğrusu okuyacaksınız.
...
Esprili bir giriş olsun dedim, abartacak bir durum yok. Yalnızca bir karar verdim ve karar verme sürecimin mesleki kararının eşiğinde olanlara "ders" olması için paylaşayım dedim. Trajedi falan... Yok yok. Bu daha çok Cyrano de Bergerac kıvamında bir mutluluk.
...
Biliyorsunuz geçen sene özgüvenimi sallayıp yerle bir eden bir kurumda zihin engelliler öğretmenliği yapmıştım. Daha sonra ÖYP'ye başvurup Hacettepe Üniversitesi'ni kazanmıştım. Araştırma görevlisi olacağım diye bir havalardaydım ama evde boş oturup enine boyuna düşününce gerçekleri görmekte gecikmedim.
...
Öncelikle hangi mesleği yapmalıyım sorusunu sormam gerek diye düşündüm ama hayır. Sormam gereken ilk soru "Ne istiyorum/istemiyorum?". Ne istediğim ya da istemediğim tamamen karakterimle, yeteneklerimle ve alışkanlıklarımla ilgiliydi. Şu an için kitap okumaya vakit ayırabilmek, mobinge maruz kalmamak, kendini rahatça ifade edebilmek, tesettürle çalışmak, kendimi geliştirmek, yüksek lisans yapmak, sevdiklerime vakit ayırmak, sinemaya indirim günleri haricinde de gidebilmek ve gelecek için ise çocuklarıma ve eşime vakit ayırmak, gelişmeye devam etmek, öğrenmeye devam etmek.
Bunları gördükten sonra özel eğitimciliği, psikolojik danışmanlığı ve araştırma görevliliğini ayrı ayrı yerlere koydum. İsteklerim hangisiyle en çok uymuyorsa onu eledim, araştırma görevlisi olmak en uzak ihtimaldi bana. Yüksek lisansı ve doktorayı araştırma görevlisi olarak yapmak zorunda değildim ve ayrıca ilerde eğer iyi bir akademisyen olmak istiyorsam iş deneyimi gerekiyordu bana. Bu nedenle ÖYP defterini kapattım. Çevremden birkaç "enayi misin sen" tepkisiyle atlattım bu durumu.
Sonraki tercih özel eğitim ve psikolojik danışmanlık arasındaydı. İsteklerimi ve çalışma şartlarını düşündüğümde bir özel eğitimci olsam psikolojik danışmanlık yönümün kısır kalacağını gördüm ancak psikolojik danışmanlık bana aynı zamanda özel eğitimi de getiriyordu. Bunu fark edince özel eğitimi de hayatımın "hobi" kısmına aldım. Hobi derken, o mavi gözlü tosbalağın gelişimine destek olabilecek kadar güçlü bir hobi...
Ardından iş aramaya koyuldum. Seneye KPSS'ye kadar idare edecek, nişanı falan aradan çıkarabilmemi sağlayacak bir iş... Beş günlük bir araştırmanın ardından o da tamam oldu. İlk aradığım kurum o kadar şeker ve tatlı bir kurum çıktı ki sanırım seneye olacak olan KPSS şu an için umrumda değil. Hem bir özel eğitim merkezinde çalışmak hem de bir psikolojik danışman olmak bence harika bir deneyim olacak. Şimdiden çok heyecanlıyım. Ki lise yıllarında bunun hayalini kuran kızcağıza selam olsun.
...
Bu süreçte en çok ilgimi çeken mevzu "etiket" mevzusuydu. Araştırma görevlisi olmanın "etiketi" milleti cezbediyor, biliyorum. Birçok ya da birkaç araştırma görevlisi olan arkadaşımdaki keskin üslup değişikliği buna en güzel örnekti benim gözümde. İstemediğim, sırf adım olacak diye gittiğim bir işten gelecek tek hayır, arkadaş sohbetlerinde küstah konuşabilme lüksünü sağlamak olacaktı. Bu tercih benim karakterime aykırıydı.
Bir de ben hiç araştırma görevlisi ya da zihin engelliler öğretmeni olma hayali hiç kurmadım. Her zaman ya psikolojik danışman ya da profesördüm. Ufaktan başlamış oldum. Ki bu huzur paha biçilemez.
...
Yani yazının öğüdü şu: Etiketler sizin olsun ben istediğim her şeye vakit ayırarak, öğrenerek çalışmayı seçtim. Mümkünse siz de değer yargılarınızı birkaç toplumsal düzen uğruna yok sayıp tuhaf tuhaf kararlar vermeyin. Çünkü uyurken (ya eşinizle ya da sevdiğinizle ki ikisi de aynı şey) ünvanlarınızla uyumuyorsunuz, maaşınız rahatınızı arttırmıyor, karakteriniz bütün bunları sağlayan tek şey.
...
İyi "ekim"ler.

24 Eylül 2013 Salı

"Neva'nın Ardından"ın Ardından

Aylar önce bir yazı yazmışım: http://ny12da.blogspot.com/2013/01/nevann-ardndan.html
Bir düzeltme ya da bir şeyler mi ekleme bu yazıdaki derdim bilmiyorum.
...
Bu yazı Ilgın'a mektuptur.
...
Eğer o filmi yapmasaydınız, emek vermeseydiniz ve Ilgın rolünde de Şükrü'yü oynatmasaydınız belki böyle hissetmiyor olabilirdim. Belki de hissederdim seneler sonra. Ya da her neyse.
Sizi artık anlıyorum. Sana sen desem olur mu? Ilgın. Belki de Ilgın Abi. Ya da Ilgın. Ilgın Ilgın! Evet Ilgın.
Ben şimdi, yani filmi izledikten sonra, fark ettim sevdiğini kaybeden bir adam olduğunu. Acını, içinde debelenip durduğun pişmanlık ve her şeyi geriye alma isteğini... Birçok acıyı, duyguyu aynı anda yaşıyorsun hem de hala. Kaç senedir devam eden bir hüzün, elem bu.
Bir de şunu düşündüm filmden sonra eve dönünce. O filmin her sahnesi çekilirken, özellikle sevdiğini kollarına almış bir Ilgın'ı canlandıran oyuncuyu izlerken... Allah'ım, bu nasıl bir acı?! Senin için çok büyük dua ediyorum şimdi.
Birkaç ay önce senden nefret ediyordum. Şimdi büyük bir merhametle sana sarılıyorum. Keşke bir gün oturup bir kahve içsek ve sen kendi duygularından ben de Neva'ya oldukça paralel olan korkularımdan sana bahsetsem. Sonra sen ağlasan. Ben ağlasam. Sonra benim Değerlim gelse. O da katılsa bize. Neva'yı artık üçümüz yaşatıyor olsak.
Ki bilen bilir sevgili Ilgın, insanları yaşatmak o kadar da zor değil benim için, bizim için. Değerlim ile ben ele ele verince unutmuyoruz hiç kimseyi. Bize güvenirsen, ne güzel olur.
Neva'yı düşündüm. İntiharının sebebi sadece sen ve senin baskıların olamaz. Her kadın, kitabın sonunda da bahsettiğin o kaygılarla bunu aklından bir kez olsun geçirmiştir. Çünkü her kadın biraz çaresizdir. Bazılarımız çaktırır, bazılarımız çaktırmaz. Genelleme de yapmak istemiyorum ama biraz öyledir be yahu!
Neva'yı bütün damarlarımla anlıyorum. Beynimdeki bütün nöronlarla onu hissediyorum. Ruhu şad olsun.
Bilmediğin bir dostun var artık sevgili Ilgın. Seni derinden anlayan ve sana içten dualar eden.
...
Mektup bitti.
...
Hani bir önceki yazımda eleştirmişim, yerden yere vurmuşum kitabı falan... Evet onlar hala geçerli. Ancak hissettiğim duygu ters yüz olmuş durumda.
İşte sanırım sinema denen "sanat"ın da etkisi bu. Kitapla hissettiğim bir duyguyu tam tersine çevirip tekrar sundu bana o film. Kaliteli, ödüllük bir film beklemeyin. Benim gözüm filmi izlerken doydu, o ayrı bir dava. Bazı oyunculuklar göz tırmalasa da keyifliydi. Ki bir önceki yazımda bahsettiğim toplumsal bir durumu da aslında gözler önüne seriyor. Olsun, artık ben Ilgın dostumun olduğu her işi severek takip eder ve eleştirimi yapıp sevmeye devam ederim.
Yahu şaka maka bir dostum daha oldu.
...
Ve sanırım bu kadar çok etkilenmemin sebebi Neva ile içsel bir empati kurmuş olmam. Bunun sebebini ve tetikleyici durumları şimdi düşünemiyorum. Üzerine derin bir "kendi kendine terapi" yapmam lazım sanırım. Ancak kurabildiğim bu güçlü empati beni hem Ilgın dostuma hem Neva'ya yakınlaştırıyor.
...
Tabi böyle bir sınavı da Allah kimseye vermesin. Ilgın dostum ne kadar sabırlı ve güçlü ki hala hayatta. Var olsun da. Neva'yı yaşatabildiği her an var olsun.
...
Yazı da bitti.

19 Eylül 2013 Perşembe

Eylül artık biraz da ölüm mü oldu Haziran?

Haziran da nereden çıktı?
O aramızda, bize bırakın.
...
Geçen gün dişlerimi fırçalarken yine geldi aklıma. Benim yaşımı hiç göremediğini fark ettim. Dişlerimi fırçalarken. Oysaki her an aklınızda olan bir "konu", fark edilen yaş mevzusu. Yaşlandığımda bu daha da acıtacak canımı, değil mi? Yaşlanmak ne kadar da soyut...
...
Ne onun gibi evlendim ne de bir çocuğum oldu ne de öldüm. Bıraktığı kadardım. Bırakıldığım kadar. Artsam ne kadar artabilirdim ki?
...
Değerlimle karar verdik, eninde sonunda minik bir şehirde öleceğiz. Bahçemizde... Aklımdan geçen o "üç kiremit"in olduğu tepenin yamacında bir ev. Belki o "üç kiremit"in yanında iki kiremit daha.
Bize de nasip olur mu beraber ölmek Değerlim? Ne dersin.
...
19 Eylül 2010. Gelememiştim. Gelmek yerine Manisa'ya gidip kafamı dağıtabilirim sanmıştım sonradan yanlış yolları seçen dostların yanında.
Ki hala o zamanın şallarıyla ısınırım ben.
Gitmemiştim.
O güzel gelini, güzel damadı görememiştim son bir kez bile olsa.
...
Tam üç yıl geçti üzerinden.
Sadece yıl geçti.
Zaman kavramının üzerine düşünecek olursak hala o düğünde birileri oynuyor, hala o depremin olmasına on dakika var, hala 16 Mart müsameresinde ben o güzelliğin fotoğraflarını çekiyorum, hala...
...
Hala'dan şapka kalktı mı kalkmadı mı?
Bu başka mevzu.
Sen zamana bak. Şapkasız.
...
Unutulamaz.
Eline bir kurdela bağlar gibi aklında tutman gerek böyle sevgileri.
Var olsunlar.
Mekanları cennet ola.
Amin.
...
Sanırım bir Fatiha isteyecek kadar yüzüm var artık.

12 Eylül 2013 Perşembe

Pavese ile tanışmamız anısına.


Sevgili Tezer'in kitaplarından taşıp gelen ve sonunda bir kitabevi ziyaretimizde hatırlayıp aldığımız (daha doğrusu kardeşimin son bursuyla hediye ettiği) "Yalnız Kadınlar Arasında" adlı kitabı ile tanıştım Pavese'yle.
İlk birkaç sayfada Tezer Özlü'yü görünce korktum. Acaba etkilendiği bu yazarın bizim ülkemizdeki şubesi olmayı mı seçti diye düşündüm. Öyle olmadığı çok çabuk çıktı ortaya. Sevgili Tezer'i böyle bir suçla itham ettiğim için kendimden utandım, ruhu şad olsun.
Kitabın sonunda verdiğim karar ise şu: Sevgili Tezer Pavese'yi karakterlerinde kendini bulduğu için böylesine sevmiş ve içselleştirmişti. Çünkü kitaptaki ana karakter olan Clelia aklımdaki Sevgili Tezer ile oldukça büyük oranda örtüşüyordu.
Kitabı okurken aslında Sevgili Tezer'in bize anlatmadığı karakterine dair ipuçları bulmuşum gibi sevindim. Hazine bulmuştum, çabuk bitti.
...
Pavese'de beni etkileyen en değerli konu şu oldu: Karakteri yani Clelia'yı öyle güzel saklamıştı ki onu ararken kitap bitiverdi. Clelia'nın gözünden anlatılıyordu olanlar ve kadıncağız kendini öyle güzel gizliyor, düşüncelerini öyle güzel örtüyordu ki... Bunu bir de düşüncelerini anlatır hissi uyandırarak yaptığını düşünün.
1949 yılının İtalya'sına dair çok çok ayrıntılı bilgi almasam da fikir sahibi olabildim. Ve ölmeden yapmam gerekenler listeme yeni bir amaç eklememi sağladı: Roma'nın başka bir şehre gitme ihtiyacı duyulmayan tek yer olup olmadığını görmek. Bu merakım o kadar çok ki işsiz olduğum şu sıra bir an önce para kazanıp Roma'ya gidip birkaç gün aylak aylak sokaklarda gezmek istiyorum. Sokaklardaki masalarda oralara özgü yemekler yedikten sonra hiç bilmediğin bir dil olan İtalyanca bir tiyatro izlemek istiyorum. Bunu yapmalıyım.
...
Balayı için St. Petersburg kesin kararımız olmasaydı Roma'yı düşünebilirdim. Bakalım. Bence bakalım.
...
Bir de Pavese'yi okurken, savaştan henüz çıkmış bir toplumun savaştan "ekmek almak" gibi bahsetmesinin verdiği tuhaf rahatlıkla günümüz dünya düzenini düşündüm. Her şeye burnunu sokan ülkeler... Her şeyden nem kapan yöneticiler... "Ezilen" halklar... Unutulan ama üyesi olduğumuz dinler... Yaşanması ertelenip durulan ve sonunda gidileceğinden emin olunmayan "cennet"e kalan hayatlar... Ne denli boş.
...
Bir yazar olup (Nasıl olunduğuna dair bir fikrim yok. Sigara bile içmiyorum.) hiçbirinizin bulamayacağı bir yerde her sabah kahvemi içip kitap okuyarak akşam olsun ve ben hiç bilmediğiniz bir yerde uyuyayım istiyorum.
Bana izin ver toplumsal düzen. Senden, senin sorumluluklarından ve getirdiğin sonuçlardan bıktım. Küçük bir kasaba ve bir oda bana yetecekken neden beni daha, daha ve daha için zorluyorsun? İçimdeki duygunun hırs olmadığını ve Clelia kadar yaşlı olmasam da onun kadar doymuş olacağım ihtimalini neden göz ardı ediyorsun? İzin ver bana, gideyim.
...
Rosetta ile aynı yaştayım. Ve bütün bunlar yalnız kadınlar arasında.
İyi okumalar.