31 Aralık 2010 Cuma

Saatin sesine daldım...



Her sene sonu; televizyon kanallarında, insanların beyinlerinde, almanaklarda hep geçmiş senede neler olduğu bir bir hatırlanır. Unutulmamak istenir. Bu tarihte bu olmuştu ey halk, tüylerin diken diken oldu mu? Bak ne çabuk unuttun... vs vs... Bende öyle değil bu...
Bugün de her sene olduğu gibi bundan önceki dokuz yılın günlüklerini aldım elime -çünkü 2001'den beri günlük tutuyorum- ve bütün geçmişimi gözden geçirdim. Benim için bu geçen senenin diğerlerinden tek farkı 2010 yılı olması. Yoksa geçmiş gitmiş. İçinde tonla kahkaha, mutluluk, gözyaşı, aşk, huzur, umut, kahır, elem, dost, belki de düşman, sıcacık gülümsemeler var. Diğer yıllar gibi hepsi geçmişte kaldı.
"En güzel günlerimiz: /henüz yaşamadıklarımız" diye boşa dememiş üstad Nazım Hikmet. Evet hiç yaşamadık henüz o günü. Çünkü her zaman "Evet şu an mutluyum!" demenin daha da ötesi vardı. Şu yirmi senelik ömrümde acaba kaç bin kere "Şu andan daha mutlu olamam!" demişimdir kim bilir! Seksen yaşıma geldiğimde kaç milyon kez demiş olurum, düşününce başım dönüyor!!
Yirmi senenin kritiğine bu senenin kattıkları oldukça olumlu. Bu sene hiç atmadığım kadar büyük adımlar atarak büyüdüm, yaşlandım, huzura bulandım. Çok iddialı bi' laf ettim farkındayım ama öyle. Hiç yeltenmediğim kadar büyük hatalara yeltendim. Hiç kırmadığımdan daha çok kalp kırdım, hiç sevmediğimden daha çok sevdim vs vs Çünkü bu benim en olgun senem. Seneye daha da "yaşlı" olmayacak mıyım?!
Yeni yılın son günlerinde bilinçaltımdan çıkıp gelen sorgulamalar eşliğinde hayatımın mihenk taşlarını yerinden oynatıyor, tozu dumana katıyor olabilirim. Darılmaca gücenmece olmayacak kadar krediler de sundum sanırım... Küstah bir kendine güven var yüreğimde. Yeni yıldan mı yoksa yaşlanan ellerimden mi, kırıkları artan saçlarımın uzamasından mıdır bilemem ama bu "küstah kendine güven" nereye götürecek merak ediyorum. Önlenemeyen "zayıf noktalar" artık o kadar farklı ki...
"Yürümek;/yürümeyenleri/arkanda boş sokaklar gibi bırakarak," derken yine aynı üstad, ne demek istemiş olabilir ki? Koşarken yürüyenleri, yürürken yerinde duranları, yerinde dururken geriye doğru yürüyenleri, geriye doğru yürürken de geri doğru koşanları geçersin... Elbet geçtiğin birileri vardır ömründe. Adamlar, kentler, sokaklar, dostlar, şarkılar, şiirler, yazılar... Yeni yıllar...
Geçmiş yirmi yıl şimdi avucumun içinde bir değerli taş. Güzelce parlatıp yeni yıl akşamı onun şerefine içmeli. Aşkları, dostları, canları, cananları bir kenara bırakıp bu gece kendim için bir şeyler yapmalı. Başkalarının mutluluğu ile nefes alan ben yine birinin gülüşünde kendimi bulmalıyım, kendim için bir şeyler yapmalıyım.

"2010 ny12da almanağı" da burada sona eriyor...
Bu sene ne aldı ne götürdü şimdi hiçbiri aklımda yok. Elimde değerli bir taş, uğruna içecek şarap arıyorum!
İyi seneler...

yazıya özel şarkı: gökhan sezen - duygular coşuyor çaldığın zaman ( http://www.youtube.com/watch?v=EDXp5RePIaI )

25 Aralık 2010 Cumartesi

Sevgilim desen bana...


http://fizy.com/#s/1mjj8v

Kaçıncı sınıfta ya da kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum... Babamla bir gece bu şarkıyı dinlemiştik... İki kelimeden şarkının bütününü çıkarmayı başarmıştım ertesi gün. "Aşkım, ömrüm"den annem ve babam birlikte bulabilmişlerdi şarkının tamamını. Ne ilginç.
Ben hatırlıyorum ama annemler hatırlamıyorlar. Bir cumartesi sabahı (çok romantik başladım şimdi a a...) ikisini de karşıma alıp sordum "Bi şarkı vardı, dün dinledik baba senle. İçinde aşkım, ömrüm diyordu." neydi o diye diye buldurmuştum.
Kendi kendime söylemeyi öğrendiğim bu şarkıyı seneler sonra dinledim. Dokuz muydum on muydum bilmiyorum... Şimdi 2010'un son günlerinde yıllar öncesinden garip bir hatıra geldi buralara... Ne garip...
Bu şarkıyı ne zaman söylesem (dinlesem değil söylesem-ilk kez dinledim çünkü-) dünyayı gökyüzünden izler gibi olurum. Yükselirim, yükselirim, yükselirim... Herkesi... Dostları, canları, arkadaşları, hüsranları, umutları, aşkları, hatıraları, sokakları ayaklarımın ucundan görürüm bir bir. Film şeridi gibi geçiş bu olsa gerek... Neden bu şarkıda olur bilmem. Huzur belki de en çok bunda var. Ya da en çok masumiyet. Ne samimi bir itiraf değil mi? Aşığım inan sana...
Sevgilim de sen bana/ Aşıkım inan sana/ Gözlerime baksana/ Yaktın beni yıllardır/ Ne olur anlasana/ Yalvarırım üzme beni/ Sen de ben gibi yanarsın/ Aşkım ömrüm nerde diye sızlanırsın diye devam ediyor....
İyi dinlemeler... Ya da iyi uçuşlar mı desem?
Bu yazımın yüreğinizdeki son kalan masumiyet parçalarını klonlaması, çoğaltması, büyütmesi dileğiyle...

18 Aralık 2010 Cumartesi

fotoğrafçılık oynamaca "çeptır van"

İlk fotoğraf... Huzurun Kolej'in arkalarında bulunacağını işaret ediyor aslında. Yolda yürürken pat diye karşımıza şıkan bu merdiven ve kış...
Kadın dediğin saçıyla, doğa dediğin kuru otlarıyla var... Kuru otlar da saçlar da güzel görünmüyorsa çalı oluyor.. Kışın kızıllığı... Tılsımı...


Bunu niye çektik bilmiyorum. Aslında kapı güzeldi... O kadar...

Curcuna ile hüzün... Biz hüzünü seçtik... Biraz da dalga geçtik... Çizgiyi aştık...

model: en şirin çikilop

17 Aralık 2010 Cuma

Hak etmek

Hep bunu düşünürüm. Hangi olay ya da durumun karşısında olursam olayım, gerek kendi adıma gerek dostlarım adına... Hep bu vardır aklımda. Hak etmek.
Başımıza ne gelirse gelsin biz bunu bir şekilde hak ettik. "Bana kaderimin bi oyunu mu bu?" diye düşünecek olsaydık oyuncak arabadan bir farkımız olmazdı. Zaten duyguların da kontrol edilebilirliğine inanıyorsak, sorun yok. O halde her şeyi bir şekilde hak ediyoruz. Farkında olarak ya da olmayarak birçok şeye sebep oluyoruz. Sonra da düşünüp hak ettik mi etmedik mi diye düşünüyoruz.
Olaylardan sonra insanlar geliyor tabi... İnsanların ne kadarı bizi ha ediyor, biz ne kadarını hak ediyoruz. Yüreğimizi açtıklarımız buna değiyor mu? Hayatımıza aldıklarımız bizi hak ediyor mu? Biz onları hak ediyor muyuz? Bu bence en önemli sorunsal. Olaydan daha önemli insanlar, olaylara şekil verenler onlar değil mi?
Hak etmek. Bir insanı hak etmek!
Hak etmeyeni ne yapmalı?
En önemlisi bu. Çaresi olan beri gelsin.

1 Aralık 2010 Çarşamba

Hastalık Duygu Durumları...

Nerden çıktı bu şimdi? Eyvah, bizim "paçi" hasta.. Yok yok rahat olun... Şimdilik bi durum yok. Sonrasını ben dahil kimse bilmiyor...
Önemli bi hastalık geçirmedim. Hayatımda en sık hastaneye gitme sebebim kendi bedenim değil, annem. Diğer insanlarda nasıl bilmiyorum, bizim ailede böyledir. Anne hasta olur, diğerleri üzülür. Bu kaide son günlerde kafamı kurcalayan durumlarla bozuldu. Hasta olan bi gün ben olsam?
Hastanede o gece ailesinden ayrı uyumak zorunda olan aile üyesi ben olsam mesela... Nasıl olur? Ziyarete gelinen, o görmeden ağlanan... Sanırım tek güzel tarafı insanların bol bol çiçek getirmesi olurdu. (Papatya tercihimi yedi cihan duydu sanırım, eklemiyorum buraya.) Odamda bir sürü çiçek, ziyaretçiler... Gelenim gidenim ne kadar çok olurdu umrumda değil. Aklımdaki birkaç kişi gelsin, bana huzur versin yeter. Refakatçi listemi şimdiden yaptım bile...
Hastane sonrası ev muhabbeti... O, ayrı bir eğlence olurdu herhalde. Bu kez ziyaret saati gibi bir kural olmadığından daha rahat gelirdi ziyaretçilerim. Bol bol misafir, bol bol sohbet, bol bol konuşma, bol bol paylaşım... Bunları takip eden huzur.
Bi de şu konuyu eklemeden olmaz. Tuttuğum takımların futbolcuları, basketbolcuları falan gelirse tam süper olur. Elano Blumer gitmeden gelse ziyaretime, o kalamazsa eğer onun yerine Cana da olabilir bakın.. Efes'ten de Bostjan Nachbar'dan (Nam-ı diğer Boki) başkasını kabul etmem.. Tamam, Sinan Güler de kabulüm... Başka yok. (Spor camiasından gelecek olanlar varsa babamla görüşsün, diğerleriyle ilgilenmiyorum -hasta kaprisleri bölüm 1-)
Gelelim hastalığın ardından ilgi bitişi sonucu gerçekleşen boşluk hissine. Emekliye ayrılmış bi "süperstar" olur çıkardım sanırım. Bu konuyu es geçiyorum, her neyse...
Büyük çaplı bir hastalık olmasa nasıl olurdu acaba? Grip... Bol bol grip oluyorum zaten. Yok yağmurda ıslanalım, yok maç çıkışı yürüyelim, yok bi durak sonra inip gezelim, yok Dikimevi'nden binelim otobüse, yok bu akşam üşümüyorum derken... Kimsenin umrunda olmuyor griplerim. O halde konu kapandı!
Hastalık fena bir şey tamam ama bu "sosyalleşme"yi arttırma tarafından düşününce mutlu oluyorum garip bir şekilde. Düşünsenize, yıllardır göremediğiniz arkadaşlarınız uyandığınızda başucunuzda. Gitti dönmez dediğiniz aşklarınız, unuttu dediğiniz dostlarınız, yoğun olan arkadaşlarınız... Herkes...
Keşke birilerine vakit ayırmak için onların kötü halde olmalarını bekleyemeyecek kadar daha insan olsak. Fena olmaz sanırım?!

(Her yazıya bi şarkı seçer oldum... Şimdi de bir türkü olsun Bedia Akartürk'ten.. http://fizy.com/#s/1ai42s )

16 Ekim 2010 Cumartesi

Yine...

Yine yağmurda bir güzel ıslanmıştı genç kız. Yine genç kızdı... Yine ıslanmıştı... Yine bir güzel olmuştu olanlar... Yine yağmurdu... Yineydi yani!
Yolda eğer o sokak köpeğini görüp de "Senden ne farkım var şu an?!" sorusunu sormasaydı otobüse bindiğinde ağlıyor olmazdı. Yol boyu "Artık melek değilim. İyi kirlendim." ( http://fizy.com/#s/1ahm2o ) diye mırıldanıp durmuştu farkında olmadan. Yağmurun artık masum olmadığını düşündüğü aklını temizlediğini sanıyordu ama nafileydi, o da biliyordu. Dost denilenler masum olmayınca insanın masumiyeti kalır mıydı? Sokak köpeği deyip geçtiği, korktuğu yüzüne çarpmıştı işte. Masumiyet buydu. Sokakta sırılsıklam ıslanmış bir halde, kimseye aldırmadan ağlayarak yürümek. Ne uğruna! Erdem? Erdem o sokak köpeğinin neresinde vardı ki?! Asıl erdem o sokak köpeği miydi yoksa?
"Daha kaç kere ağlayarak bineceğim bu otobüse?!" diye soruyordu başlarda... Sonra... Otobüse binip etrafına bakınca anladı aslında ne kadar masum olduğunu. Islanmış saçları, montu, çantası, elleri, yüzü, gözleri... Islaktı! Titriyordu durmaksızın. Herkesten daha insandı, duyguları dışarıdaydı. Saklı gizli heyecanları yoktu onun. Masumdu. Ama masum olmanın önemi neydi ki? Ha olmuşsun ha olmamışsın. "Olmazsam olmaz. Masum olunca rahat olurum, mutlu olurum." diyen o değil miydi?
Sonra birden muavin peçete uzatmıştı ona. Gülümsemişti ağlayan gözleriyle aslında yaşlı olan genç kız. "Teşekkürler" diyememişti, sadece gülümsemişti belli belirsiz. Muavinin gülümsemesi daha büyüktü, o masum muydu acaba?
Otobüs mü yoksa genç kız mı titriyordu anlamadan sokak köpeğini düşündü. Bi ismi olmalıydı onun. Onunla karşılaştığı yere her gidişinde onu ve onun hatırlattıklarını anımsamalıydı. Düşünüp durdu yol boyu... Düşünmüş müydü acaba?!
Otobüsten indi. Artık durmuş olan yağmura, ıslak montuna, saçlarına, onu getiren otobüse, o hâlâ adsız olan sokak köpeğine, masum olanlara, olmayanlara şükretti... Masumdu ya!
Kimse bilmese de bunun bir veda olduğunu, biliyordu genç kız. Masumiyete ya da masumiyetsizliğe bir vedaydı bu.
Bir daha O'nu hiç görmedi. Vedaydı bu. "O" bilmese de...

8 Ekim 2010 Cuma

Üzülüyüm!!

Aslında yazacak çok konu vardı. Çenem de elim de kalemim de şişmişti aslında. Bütün güzel, huzur verici konular toplanmış sanki beni bekliyorlardı bu günlerde, öyle şanslıydım işte ilham konusunda. Sonra bir gün, yani bugün bi şey oldu. Ne oldu ben de bilmiyorum?!

Balzac'ın hayatından bahsedecektim. Nasıl bir ömür yaşamış duysanız, aklınız hayaliniz dururdu. Çapkın bir ömür sürüp, yaşamının son deminde aşık olup evlendiği kadınla nasıl bir ayrılık yaşadığını ve bu ayrılığın ardından nasıl öldüğünü... Aşk garip bir şey, bunu hepimiz biliyoruz da asıl bilmediğimiz kendi hayatımızdaki bu "Balzac melankolisi"! Farkında mısınız bunun? Hiç dönüp baktınız mı kuş bakışı hayatınıza. O zaman gördüklerinizle emin olun, benim Balzac'ın halini öğrendiğim kadar çok dehşete kapılacaksınız. Ne kutsal ömrüm varmış, diyerek sevineceksiniz. (Benim için dua etmeyi unutmayın o zaman!)


Sonra sokaklarda adını bilemeden yaşadığımız küçük ilişkilerden bahsedecektim. Her sabah kullandığınız belediye otobüslerinin şoförlerinden, muavinlerinden, yolcularından; korkmayın benim bu otobüs takıntımdan, başka şeyler de var sokakta. Yolda yürürken göz göze geldiğiniz insanlardan, yanlışlıkla çarpıp dönüp bakmadığınız kişilerden, telefon konuşmasını duyduklarınızdan, sohbetlerine kulak misafiri olduklarınızdan... Kocaman bir aileyiz biz Ankara'da. Siz nerde kimlerin ailesindensiniz bilmiyorum ancak... Bu büyük ailelerin bir bütün olduğu en güzel yer otobüslerdir, tıpkı çekirdek ailelerin akşam yemeklerinde oturup konuşmaları gibi... Bir bakın, belki de her gün birlikte gittiğiniz bi arkadaşınız olacak siz dönüp bakınca. Kim bilir!

Dostluklardan, çelişkilerden, çabalardan, boşvermekten... Hani bi dost dediğiniz vardır; onun için ve dostluğunu için çabalarken bir bakarsınız ki boğuyorsunuz onu. Hani bir kuşu elinde tutmak gibi... Sonra bir gün onu rahat bırakayım deyince de acı çekmeye başlarsınız... Olgunlaşmak "terim anlamı"yla olmasa da, zor zanaat. Hem de çok zor...

Anne ve baba ilişkilerinden bahsedecektim sonra. Onların ne kadar vazgeçilmez ve değerli olduklarınden dem vuracaktım. Sonra sözü kardeşe getirip, henüz duyduğum bir sözü sizinle paylaşıp yalanlayacaktım: Dostunu sen seç, kardeşini anan doğurur. Ne gaddar bir söz!

Sonra da diyecektim ki yoruldum... Bi çocuk gibi, oynadım, oynadım, oynadım... Yoruldum, uyuyakaldım kitaplarımın üstünde elimde kalemimle... Bi çocuk gibi... Çocuk. "Kimse masum değil." deniyor ya, üzgünüm. Ben hâlâ masumum... Bi çocuk gibi, masum ve yorgun.

Aklıma başka bir gün başka bir konu geldiğinde bu kez hemen yazarım desem de inanmayın. Her sözümü tutmak için söz verdim kendime... Ama sözlerimi tutamamaya başladığımdan artık kimseye söz vermiyorum.

Aklımda bir şarkı: Daha mutlu olamam bu akşam. Sonra da diyecektim ki yoruldum... Bi çocuk gibi, oynadım, oynadım, oynadım... Yoruldum, uyuyakaldım kitaplarımın üstünde elimde kalemimle... Bi çocuk gibi... Çocuk. "Kimse masum değil." deniyor ya, üzgünüm. Ben hâlâ masumum... Bi çocuk gibi, masum ve yorgun.

2 Ekim 2010 Cumartesi

O'nun Ardından

"Ergenlik" denen dönem insanların uydurması olsa da, bu döneme inandığım ve yaşadığımı sandığım zamanlarda -yani lise yıllarımda- biliyordum ki ne yaparsam yapayım bu yaşantımın yaşanmamış tarafını etkileyecekti. Bunu bilerek yaşayan bi ergen nasıl olur bilmem, ama oldu. Kişiliğime şekil vermek için ilk okuduğum şair, üstad, güzellik Orhan Veli'ydi. Dönüm noktam değil sanıyordum ama meğer öyleymiş.

Meğer öyleymiş dedim çünkü geçtiğimiz günler de "Bak burda öldü işte Orhan Veli!" diye seslenince dost bi ses, neye uğradığımı şaşırdım. Sakarya Caddesi'nden Mithat Paşa'ya doğru yürürken bi üst geçitin yanında kurdu bu cümleleri o uzun insan. Ne oluyor, nasıl olur dememe kalmadan omzumda bi ağırlıkla oturuverdim kaldırıma. O şirin insan, cep delik cepken delik ustası... Anlatılamayan abide... Nasıl olurdu da burada ölürdü ve kimse buna önem vermezdi. Çevreme baktım, hiçbir şey yok Orhan Veli'ye dair. Nasıl olur dedim! Nasıl yaparız bunu!

Sonra o bahsettiğim dost insan "Tamam, iyi şairdi ama kişilik olarak sevmezdim. Sen de bu kadar üzülme!" deyince durdum bi daha düşündüm... "Kişilik olarak sevmemek"... Bi şairi ya tamamen seversin ya da hiç sevmezsin. O kadar! Çok mu gaddarca oldu...

Neyse gelelim sadede. Bu arkadaşım benim çok üzüldüğümü görünce minik bi araştırma yaptı ve gördü ki Orhan Veli orada, ölmemiş... Miş? Evet evet, ölmemiş. Hani şu hikaye herkesce bilinir: Ankara'da belediyenin açtığı bi şukura düşer ve ölür. Bu kadar basittir! Ama öyle basit olmamış işte... Belediyenin kapatmayı unuttuğu o çukura düşmesine bi önem vermemiş Orhan Veli.. Ardından İstanbul'a gittiğinden 14 Kasım'da fenalaşıp hastaneye kaldırıldığunda hayatı sona erer. Yani benim gördüğüm o ücra yerde değil. İstanbul'da bir hastanede. İçimin rahatlamış olması ne garip!

Sabahattin Eyüpoğlu, Orhan Veli'nin ölümünü arkadaşına haber verdiği mektupta şunları yazar: Orhan'ı şimdi İstanbul'da arayıp da bulamamak mümkün mü, Mahmut? Sahiden hiçbir yerde bulunmaz mı dersin?

Düşünsenize... Orhan Veli gibi bi dostunuz var... Sonra yok!

(merak edenler için mektubun linki: http://kirpi.fisek.com.tr/index.php?metinno=edebiyat%2F20041219180517.txt )

25 Eylül 2010 Cumartesi

Kem Küm


Bazen daha fazladır her şey... Bu cümle takıldı kafama, bütün gün aklımdaydı. Günüm bu cümleyi oradan oraya gezdirerek geçti. Nedeni, başka bir anlamı yok... Sadece bu cümle... Yoksa bu sıralar her şey daha mı fazla? Ya da ben mi öyle istiyorum?

Kuracağım cümleleri yine elli kere düşünüp öyle kuruyorum. Okunduğunda her türlü anlama gelecek kelimeler seçmemeye dikkat etmek önemli artık bu vakitlerde. Birine "a" desen, o "b" anlasa... Sonra sen açıklarken yanından geçen "c" diye duysa. Sonra o da gidip başkalarının "d" gibi anlayacakları şekilde anlatsa... "d" gibi anlayanlar "e" diye gelseler yanıma... Ne olur sonra?

Bu sıralar her zamankindan daha fazla insan ilişkileri üzerine yoğunlaşmış durumdayım. Kimin kime aşık olacağı, kimin kime düşman kime dost kime yoldaş kime oyun bozan olacağı belli olmuyor arkadaş! Kafa karışıklığını bıraktım bu artık beyin bulanıklığına giriyor. İnsan başlı başına karmaşık bir varlık, bir de diğerleri devreye girince aman Allah'ım! Ne curcuna!

Neyseki halk oyunlarından curcunaya alışkınım. Eyvah! Her türlü anlama gelecek bir sözcük kullandım. Neyse sağlık olsun!

Sonuç olarak bu curcuna yabancı değil. Biliyorum ki eninde sonunda fırtına duracak, sular çekilecek... Bana ortalıktaki çamur yığınları ve bir çuval "değerli" anı kalacak. Bunun bilincinde olmak da ayrı bir dava. Acımı bile çekemiyorum bu curcunanın zevkine varayım derken. Bu iç huzuru da ayrı bela a dostlar! Darısı herkesin başına mı desem ne desem?!

Birileri var yüzümü güldüren... Dinlerken kafamı kaldırıp gözlerine baktığım, sarılırken kollarımı kocaman açtığım, senelerimi paylaştığım, uzaktan uzağa sesiyle güven bulduğum... Birileri var gönlümde... Ruhuma umut veren... Birileri var... İsimlerinin ne önemi var! Gönülleri yeter...

14 Eylül 2010 Salı

Kifayetsiz Yazı

Bitmiş meğer, o on iki günlük eğlence ve coşku son bulmuş. Final maçını izlerken bile hissetmemiştim, iyi ki bu gece maç yokmuş yoksa anlamayacaktım…Her zaman 12 Dev Adam ve basketbol benim için ayrı birer konu oldular. Sadece “spor dalı” olarak değil; bir akım, bir oluşum, bir tutku olarak çok değerliydiler benim için. Bu turnuvadan önce de deli gibi 12 Dev Adam’ı destekliyor, fırsat buldukça basketbol maçı izliyor, basketbolu kendimde dolayısıyla da hayatımda yaşatıyordum. Sayemde birçok kişi basketbol diye bir spor olduğunu hatırladı ve belki de ben gibi sevdi. Bu ayrı bir gurur benim için zaten.


Ancak bu seneye kadar arkama yaslanıp, “Oh be, işte 12 Dev Adam!” diyerek izlemeyi özlüyor, bekliyordum. Hani sevdiğiniz adamdan bir çocuğunuz olur, büyür ve mezuniyetine gidersiniz ya da herhangi bir gösterisine… O sahnededir ve size sadece gururla onu izlemek kalmıştır. Öyle bir özlemdi bu benim için, öyle bir istek. Sonuç olarak her maçlarını izlemiştim, gerektiğinde sesimi ve gücümü hatta uykumu feda etmiştim, yenilgilerinde ağlamış, galibiyetlerinde dans etmiştim, emek vermiştim işte ben bu takım için. Ben büyütmüştüm, bu günlere ben getirmiştim. Bir şekilde ekmekte payım vardı işte.



Geldik bu seneye, on on iki yaşlarımda başlayan bu tutku hasatını aldı sonunda. Arkama yaslanıp yirmi sayı farklarla Slovenya’yı yendiğimizi izledim… Sırbistan’a kafa tutabileceğimizi gördüm. Amerika Birleşik Devletleri ile final oynayabileceğimize şahit oldum. Salonda deliler gibi bağırdım, grup maçlarında yenilgisiz yolcu ettim 12 Dev Adam’ımı Ankara’dan. Her gün salon önlerinde iftar yaptım dostlarımla, takımımı bekleyerek. Yüzümü boyadım yanıyor, acıyor demeden… Hiç tanımadığım insanlara sarıldım yendik diye çığlıklar atarak… Dağ başı duman almışları söyledim sesim kısılana dek büyüttüğüm takımımla… Bunları yaşadım… Bunlar huzurdu. Huzuru yaşadım. Peki bunu bana kim yaşattı? Emek verip büyüttüğüm çocuğum, evladım, emeğim… 12 Dev Adam’ım. Var mı bundan daha güzeli.


2010 senesi gerek bizim için gerek Yunanistan gerek Sırbistan gerek Amerika ve hatta bütün dünya için unutulmaz bir sene oldu. Unutulmaz. Artık ilerde torunlarıma, çocuklarıma anlatabileceğim kocaman bir “iki haftam” var. Ne mutlu bize ki bu iki haftayı on yıldır yaşıyorduk, hissediyorduk, bekliyorduk. Ne mutlu bize! Böyle günler yaşadık. Yaşarız daha, emin olun yaşarız.



İşin kötü yani; ben bu güzel duygulara iyi alışmışım ki bu gece ne Trabzonspor - Sivasspor maçı zevk verdi ne de Galatarasay - Gaziantepspor maçı zevk verecek… Bana 12 Dev Adam gerek, coşku gerek, basketbol gerek! Futbol maçı izlemek zorunda kalmasam, farkına varmayacaktım. Fena oldu.


Varsın bitsin. Benim basketbolum kazandı, ülkem kazandı, basketbol kazandı… Türkiye’de artık basketbol diye bir spor var, umarım hep var olacak. Ne mutlu bize işte, ne mutlu bize... Varsın bitsin! Gümüş madalyamızı aldık ya biz, şimdi Türk milletinin boynunda altın madalyadır basketbol.

9 Eylül 2010 Perşembe

Bayramlık


Evet evet. Ben de bu yozlaşan, kültürel değerlerini yitiren toplumun bir parçasıyım ve bugün seneler sonra ilk defa anneannemin evine, Delice'ye gidip bütüün o akraba kalabalığı ile bayramlaşmayı reddettim. Bunu yaptım. Ben ki değerlerine sadık ve bağlı olduğunu savunan tutucu insan! Ben ki düşünceleri zor değişen kalın kafalı insan! Bu radikal değişim nasıl oldu bilmiyorum... Bilen varsa beri gelsin.

Sabah uyandığımda dedim ki "Nihan, kızım bugün bayram. Hadi ona göre davran da bi' süslen püslen, güzelleş. Git, gez toz, ziyaretlerini yap, gönülleri al, harçlıkları kap. Bir sonraki bayram yaşıyor olacağın ne malum..." Ama yemedim. Hâlâ pijamalarımla gelen mesajlara cevap atmakla meşgulüm. Zaten bayramlarda da şu herkese giden ve "siz" le başlayıp sonuna isim konulan mesajlardan nefret ederim. Mesaj gidecekse özel kişilere gitmeli ve kişiye özel cümleler yollanmalı. Ben birine "pıtırcığım" derken diğerine "dostum" derim, "pıt pıtım, tosunum, şekerim vs" özel olmalı ki adam o mesajı hak etsin. Buradan bana mesaj atan herkese sesleniyorum. Sizin için özel değilsem, herkese giden mesaj tesadüfen bana da gelmişse atmayın artık bana mesaj falan!

Bayram temizliği de yapmadık. Oh! Mis gibi pis evimizde oturuyorum işte var mı daha güzeli? Gelen gidenim de yok. Bi apartmandaki ve yan apartmandaki çocuklara şeker tutar geçerim. Kimse de bana evi neden temizlemedin, aman neden hâlâ pijamalarınlasın diyemez. Bu bayramı yaşamak istemiyorum belki de. Hoppa! Şimdi de bir başka soru: Böyle düşünme lüksüm var mı benim?

Hadi eski bayramlardan dem vurup "ne güzeldi" diyelim... Güzel miydi? Bilmem. Bildiğim şekerden dolmuş ve bozulmuş midem, laf sokup duran "akraba" maskesine bürünmüş insanlar, karda kışta yollarda kalmalar vs. Bayram bundan mı ibaretti? Hayır. Babamın öğrencileri gelirdi kapıya, sabahın köründe. Babam bayram namazında gelince "iş icabı" havasında ama içten bir bayramlaşma faslı, güzelleşip komşuya geçip sohbet etme, derken Delice'ye gitme... Bundan sonrasını boşverin.. Sonuç olarak her çocuk gibiydi bayramlarım. İyi miydi değil miydi yaşlanınca düşüneyim en iyisi.

Şimdi oturmuşum pijamalarımla, beni unutmayan gerçek dostlarımla uzaktan da olsa gönül bağlarımı kuruyorum. Kulağımda yıllar sonra dinlediğim huzurlu bir şarkı: Köprü. http://fizy.com/#s/16bqpy Kimse değmesin keyfime. Bayram benim için bu, bu sene.

Yozlaşan kültür demiştim yazının başında. Alışılagelmiş saçmasapan laflar. Kültür gün geçtikçe değişir; yeni yeni duygular, düşünceleri alışkanlıklar vs edinir; kimilerinden kurtulur kimilerine sahip olur... Kültür yaşayan bir varlıksa bırakalım da yaşayalım onu kendimizce. Hani herkesin bi "popi"si vardı ya, (http://www.timsah.com/Herkesin-popisi-var-Sokak-roportajina-gel/ZdM0QObr7UK )  ondan işte ;)

Neyse a dostlar. Çok güldük, çok eğlendik de şaka maka bir eğitim-öğretim yılı daha başlıyor. Radikal kararlarım var. Bi' ara onları da yazar paylaşırım sizlerle. Kim bilir belki de paylaşmam, bilmiyorum.

Bulur muyum söyle seni o eski halinle
Uzansam uzaklardan öylesine
Öylesine derin içimdeki yerin
Bi' kprü olsam yüreğimden yüreğine...

31 Ağustos 2010 Salı

Of-dey :) (off-day)

2010 Dünya Basketbol Şampiyonası sonunda başladı. Yer gök inliyor mu? Herkes bu şampiyonayla ilgileniyor mu? Kimlerin umrunda? Şampiyon kim olacak?.. ve daha onlarca soru işareti var beynimde. Eleştriler, saçmasapan cümleler, güzellikleri fiyaskolar, alkışlar derken devam ediyor bir şekilde Türkiye'de bu güzel etkinlik. Bu konuda tek edeceğim söz: Bir şeyi baltalayarak yerle bir edebilirsin ama onu toplaman dakikalarını alır. Zor olanı başaramayacaksan kolay olana da yeltenme... Bu sözüm herkese...
Arkadaşlar biliyorlar, günlerce hatta aylarca beklemiştim kombine biletlerimi. Ve şampiyonadan birkaç gün önce geldi canım biletlerim. İyi ki geldi. Nereden maçı izlediğimi duysanız intihar edersiniz. Basın görevlilerinin ardında oturduğu pota tarafındayım, en arkada ve en yukarda. Tamam oyun sahasını görebiliyorum ama ne tavandaki dev ekranı ne de puanların göründüğü panoları görebiliyorum. Ayrıca o kadar karanlı bir yerdeyim ki bi gün orada kaybolup gitmekten korkuyorum. Bu korkularımı burada yazıyorum ki beni nerede arayacağınızı bilin...
Yine de 2010 Dünya Basketbol Şampiyonasında Türkiye'yi grup maçlarında yalnız bırakmayan şanslı birkaç bin insandan biri olmak güzel bir duygu... O atmosferde olmak gibisi yok...
İlk iki günün ardından bi "off-day" olunca hadi dedim yazayım ilk iki güne dair bir şeyler. Aklımda çok şey vardı anlatacak, umarım hiçbirini unutmamışdır. Maç esnasında not almak aklıma gelmişti ama nerede o unutkan olmayan kafa! Hatırladığım kadarıyla maçlardan gözüme çarpanları aktarayım bakalım. Bu şampiyona da blogumda böylece ölümsüzleşsin..
İlk gün ilk maçlar açıkcası diğer takımlara dair, açılış için biraz moralimi bozdu. Tabi 12 Dev Adam'a olan güvenimi biraz olsun arttırdı. Biraz diyorum çünkü 12 Dev Adam için mühim bir rakip değildi Fil Dişi Sahili... Rusyanın Porto Riko'yu yendi ve iyi etti. Yunanistan'ın Çin'i zorlanarak yenmesi ise fiyaskolardan ilkiydi. Porto Riko'nun milli marşının çalınmaması da ikinci fiyasko. Neyseki 12 Dev Adam'ımız 86-47 gibi bi sonuçla döndü de her şeyi unuttuk.

İkinci gün ise mükemmel maçlar vardı Ankara Spor Salonu'nda... Ha bu arada "Ankara Spor Salonu" değil de adı "Ankara Arena" olsa ne güzel olurdu değil mi? En azından binanın üzerinde kocaman harflerle ANKARA ARENA yazsa ne güzel olurdu... Bu salona her gelişimde bunu düşüneceğim sanırım...
İkinci gün geri dönüyorum. Yunanistan, Porto Riko karşısında Rusya'dan fazla zorlanınca tamam dedim... Bu iş bitti. Ama unutmuyorum geçtiğimiz senelerde Yunanistan maçlarında dönen dalevereleri. Bu kez salonda biz de varız... Bakalım neler olacak. Fil Dişi karşısında zorlanan Çin'i de unutmadım... Bu gruptan yenilgisiz lider olarak çıkmak hiç de zor değil...

Rusya Türkiye maçı ise tam bir heyecan silsilesiydi. Güzel ve sıkı bir maç oldu bence. Binlerce kişinin son yirmi saniye boyunca "oley oley şampiyon türkiye" diye bağırması karşısında göz yaşlarımı tutamadım. Ne harika bir havaydı o Allah'ım! Ne güzel bir akşamdı. Farkı fazla açamamış olsak da savunmamızın ne kadar sağlam olduğunu gösterdik cümle aleme... İsteyince sayı atabildiğimizi de... Nazar değmesin, iki maçtır elli altıdan fazla sayı görmedik potamızda. Yunansitan'dan da en fazla altmış yersek iyidir.. Zaten her maçta altmıştan fazla atıyoruz..
Rusya maçına biricik Tayyip Efendi geldi. Geldi gelmesine iyi yaptı.. Hayatımda ilk kez katıldığım Meksika Dalgası'nda Tayyip Efendi'nin de olması garip bir ayrıntı oldu.. Hoş oldu(!). Ancak o var diye Efes Kızları'nın ya da Ukrayna'dan gelen bir avuç güzelim kızın çıkıp dans edememesi yüreğimi sızlattı. Herkes işini yapıyordu oysaki Tayyip Efendi gelene dek. Ne güzel eğleniyorduk. Bu bence büyük bir hata oldu bizim için. Çok büyük bir hata. Umarım tekrarlanmaz. Zaten Tayyip Efendi başka bir maça gelmeyecek herhalde. Yani umarım.. Hadi inşallah!
İkinci günden başka bir hatıra yok aklımda... Girişteki görevlilerle kanka olmak dışında...
Yarın için 12 Dev Adam biz Ankara'lı spor severlerden ve Türkiye'yi destekleyecek insanlardan kırmızı giyinip gelmelerini istiyor. Duyduk duymadık demeyin! Yarın kıpkırmızı bir salonda inletelim Yunanistan potasını ve üçte üçle yolumuza devam edelim.. Ne dersiniz?
ve ayrıca...
Neyse bu esprimi burada yapmayacağım.. Bi şampiyon olalım da!!

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Meteorun Bıraktığı Huzur

http://www.facebook.com/video/video.php?v=404270749532&ref=mf

Bu şarkı hatırlattı bana olanları bitenleri... Neler yaşadık gökyüzünün altında, düşünmeyeli uzun zaman olmuş... Öyle bir anda...

Dün gece, bilenler bilir, meteor yağmuru vardı güzel gökyüzümüzde. İzleme fırsatınız olduysa bol bol dilek tutmuşsunuzdur. Aman söylemeyin ne dilediğinizi, herkesin dileği kendisinde kalsın. Böyle dâhã özel. Biz dün gece ne yaptık?! Ailecek terasımıza geçip attık minderleri yere, pikelerimizi üzerimize alıp izlemeye başladık gökyüzünü, saatlerce... Tam yedi tane gördüm, şaka değil. Yedi tane. Kimseyi inandıramadığım bir şey daha gördüm ancak anlatsam mı onu düşünüyorum. Yaptığım araştırmalar sonucunda herhangi bir yere meteor da düşmemiş ancak ben gördüm bir "şey". Süzülerek indi gökyüzünden aşağı doğru bir meteor. Gördüm yahu! Neyse, bu yazıda konum bu değil.

Gökyüzünü izlerken düşündüm kafamdakileri... Yepyeni kararlar, elde kalanlar, düşünceler, umutlar ve en önemlisi huzur kıpırtıları. Gökyüzüne saatlerce bakmak sahiden çok çok iyi geliyor. Bunu bir deneyin bence. Gökyüzündeki yıldızların size olan uzaklığını, ve elinizin ucundaki o boşluğun ne kadar olduğunu bilememenin verdiği garip tedirginliği, o karanlığın ne kadar süreceğini bilememenin sunduğu kuşkuyu... Büyüklüğün ve sonsuzluğun korkusunu, bu korkunun karşısındaki bir böcekten farksız olan küçüklüğünüzü hissedin... Muhteşem oluyor.

Bu düşüncelerin verdiği olgunlukla yedi tane şansın yedisini de kullanmadım, dilek tutmadım. İnatla mı yaptım yoksa gıcıklığına mı bilmiyorum ancak dilek tutmadım. Çünkü her şeyi tertemiz gözlerimin önündeydi. Bir gün ölü bu gökyüzünden geçerek bizi yaratana ulaşacaktım. Bir gün sırtımı döndüğüm şu dünyadan gidecektim eninde sonunda. Yıldızlar benden büyüktü, benden daha güçlü ve rahattılar. Karışanları görüşenleri yoktu. Aşık da olmuyorlar dost da edinmiyorlardı. Onların bu yücelikleri karşısında dilek tutmak çok acizceydi. Belki de en yücesi buydu, kendime yakıştıramadım.

Yeni kararlarımı, düşüncelerimi buraya yazıp sayfalar dolusu laf kalabalığı yapmak derdinde değilim. İçimdeki huzuru size bulaştırsam yeter de artar bile benim için. Yaz sıcağında sığındığım bu karanlık gökyüzünden sizlere bir nebze olsa serinlik sunabilirsem ne mutlu bana. Tek derdim bu.

Ey gidi meteor yağmuru! Sen nelere kadir oldun bir ana bir bilsen. Geçen onlarca meteor bana bu düşünceleri vereceklerini bilseler ne yaparlardı acaba?! Dünyanın etrafında birkaç tur attıktan sonra selam çakıp mı giderlerdi yoksa bizim gezegene en uzak mesafeden mi devam ederlerdi yollarına? Neyse, ilgimle onları boğmayayım.

Öyle bir anda esti aklıma... Meteordan girdim geleceğimden geçip terasıma döndüm... Öyle bir geçiyor zaman ki insana gökyüzünde dolaştırırken dilek tutmayı unutturuyor. Öyle bir anda esiyor ki insanın aklına gökyüzü huzurdan geçilmiyor...


12 Haziran 2010 Cumartesi

İç Döküntüsü

İkinci sınıf da sonunda bitti... Benim gibi düşünen Türkiye'de, dünyada ya da bulunduğum şehirde milyonlarca insan var. Herkesle aynı duyguları paylaşıyor olmak güzel :) Siz ne düşünüyorsunuz bilmiyorum...
İkinci sınıfta neler oldu şöyle bir gözden geçireyim dedim... Sizde neler oldu hiç düşündünüz mü?
Hiç beklemediğim bir anda başlamıştı okul... Ardından Kırıkkale'nin köyden bozma ilçesi Sulkayurt'taki hayatıma son verip Ankara'ya ikametimi aldırmıştım. Ankara'nın ne insanı ne de kendisi güzel olan bi' köşesine taşındım... Pişman mıyım? Evet! En azından daha iç açıcı bir mekan bulunabilirdi değil mi?
Sonrasında EBF-HOT çalışmalara başladı... Yarışma ekibindeyim derken bir anda ekip dışında kalmam neye uğradığımı şaşırma sebep olmuştu... Ne günlerdi ama! Yarışma ekibinde olmamamın üzerine ağıtlar yakarken bir anda topluluğun yönetimine getirilmem de soru işaretleri ile dolu bile olsa güzeldi... Yorum yapmıyorum ;)
Sonra Ordu! Üniversiteler Arası Halk Oyunları Yarışması işleri, yarışmaya gidiş, yarışma, dönüş... O esnada yeşeren yeni duygular...
Tabi o arada gümbürtüye giden doğum günü... Yazmak bile gelmiyor içimden...
Ardından hayatımda ile kez bir düğünde sürpriz olmam, ekip arkadaşlarımla gidilen yemekler, eğlenceler...
"Bir daha olmayacak" denenin çalgılı çengili merhabası...
Derken finaller...
Bu kadar az şey mi yaşadım? Hayır... Şu an aklıma gelmeyen o kadar çok şey var ki...
Şimdi ise biten döneme, kapatılma ihtimali olan Efes'ime, şampiyonluğu uzaktan izleyen Galatasaray'ıma, memleketlerine ve yaz okullarına giden arkadaşlarıma, tatile gidemeyecek olmama, bir daha hiç dersime girmeyecek olan öğretmenlerime, yarısını cayır cayır kestirdiğim saçlarıma, geçen ömrüme, özleyeceklerime... Üzülüyorum...
Edindiğim sağlam dostluklara, geleceğe dair umutlarıma, bu yaz hayatımda ilk defa çalışacak olmama, hayatımda ilk kez bir seminerden katılım belgesi almış olmama, yazın gelmiş olmasına, "paçi"nin geliyor olmasına, tatilin başlamış olmasına, zihin engellilerden mezuniyetime iki yıl kalmış olmasına... Seviniyorum...
Ömrümüz çelişkili duygularla geçerken iç döküntüleri bir yerde tortu yapıp kalacak sanki... Bakıp bakıp "tüh" mü desek "oh" mu desek?

4 Haziran 2010 Cuma

Aidiyet

Final zamanı ne yaptın Nihan, diye soracak olanları biliyorum ama yazasım var bugün. Bugün değil; birkaç gündür yazsam, içimi döksem, derdimi anlatsam da birileri duysa mutlu olsa ya da yeni yeni kararlar alsa diye düşünüp duruyordum... Şimdi bu düşünceleri hayata geçirme zamanı geldi.
Siz yaşadınız mı ya da yaşıyor musunuz bilemem ama "aidiyet" denen duygu insanı hiç yaşamadığı kadar garip duygu durumlarına sevk ediyor. Nasıl yapıyor bunu sorguluyorum bulamıyorum.
Ait olmayı illaki bi sevgiliye değil... Bir eve, bir sokağa, bir anneye, bir arkadaşa, bir sınıfa, bir topluluğua ya da bir ağaca, köpeğe... Her şeye! Aklınıza gelebilecek her şeye ait olmak... Mükemmel değil mi?
Benim için ait olmak tam bir güven ve "birlikte mutlu olma" duygularının verdiği bir meyve. Neden mi? Güvenmezsen ona (o her neyse) kendini tam anlamıyla vermezsin, veremezsin. İstesen de, o sevgide güven yoksa aitlik hissi oluşmaz. Oluşturmaya zorlasan dahi bu olamaz. Birlikte mutlu değilsen zaten sevmiyor, hoşlanmıyorsundur. Bu duyguların yokluğu baştan fiyaskodur... Konuşmaya bile değmez.
Güven ve mutluluğun bileşkesi olan aidiyet dünyaya basan ayaklarımızın daha sağlam olmasını da sağlamıyor mu sizce? Biri var, evet... Ona aidim ve ona sahibim... Bir sebep daha var yaşamam için... İşte bu cümlelerle ayaklarımız dünyaya daha güzel, daha sağlam ve en önemlisi daha umutlu basar... Ne güzel değil mi? Ne kadar büyülü...
Neyse... Sınav zamanı yaklaştı, ben de okul yoluna çıkayım yavaştan.
Sonuç olarak ait olmak, birinin varlığına varlığını bağlamak büyülü bir duygu... Yaşayan yaşamayana anlatmasın, yaşanmadan anlaşılmıyor malum... Yaşamayan bir an önce yaşasın, bu duygu yaşanmadan hayatın tadı olmuyor malum...
Mutlu günler herkese...
Umutlu günler.

23 Nisan 2010 Cuma

Üniversiteler arasında...

Bundan önceki yazımın notunda belirttiğim yarışma geldi geçti... Biz bir topluluk, bir ekip olarak ne kadar çok eğlenebiliyorsak o kadar eğlendik. Yolculuk, otobüs, otel, prova, yarışma öncesi ve sonrası, dönüş... Bütün bir süreç eğlenerek geçti. Bu eğlenceyi gölgelendirecek herhangi bir olay, bir sorun yaşanmadı. En azından bilinçli olarak yaşanan bir sorun olmadı. Ekip başkanımız Serhat'ın sakatlanmasını bu "bilinçli" sorunlardan saymıyorum. Ona da buradan sonsuz geçmiş olsun, yeri gelmişken...

Bütün bir seyahati anlatsam mı diye düşünüp sonra vazgeçiyorum hep. Nedeni nazar değmesi... 20 yıllık "cillop" gibi topluluğuz. Her seyahatimiz bir eğlence, her yarışmamız bir güzellk ve her ekibimiz taş (Taş kelimesi Ordu'dan kalma güzel bir kelime oldu ekip arasında... Artık bizim aramızda!)
Perşembe günü öğlen yola çıkıp güzel ve eğlenceli bir yolculuğun ardından Ordu'ya varıp DSİ'nin misafirhanesinde değil de Otel Dedeevi'nde kalıyor olmak bizi çok çok mutlu etti. Otelimiz küçük, kendi halinde ve ayrıca iki yıldızlı bir "cennet"ti. İki gece bile olsa orada olmak güzeldi...

Vardığımız gece deniz kenarındaki kayalarda oturup eğlenek gibisi de yoktu, unutmadan eklemek gerek. Ekip böyle güzelliklerle ekip oluyor.

Ertesi gün erkenden kalkıp prova için Ordu Üniversitesi'ne gittik. Ekip sahneye çıkmadan önce, sahnedeyken ve sahneden indikten sonra eğlence tam gaz devam etti. Ankara Üniversitesi'ni temsil ediyor olmak,Horon Bölgesi'nin idolü olmak... Bunlar bizi güzelleştiren şeyler... Güzel bir prova aldığımızı düşünürken ekip arkadaşımızın sakatlanması üzerine, ekibin emektar ağabeyi Volkan devreye girdi...

Provanın ardından Boztepe'ye, tavuk döner sefasına çıktık... Fotoğraf, fotoğraf, fotoğraf... Manzara güzel olunca tutkusu fotoğraf çekinmek olan EBF-HOT yüzlerce fotoğraf çekindi.

Ertesi gün koştura koştura yarışmaya hazırlanıp güle eğlene gittik Ordu Üniversitesi'ne. Yarışma öncesi yaşanan heyecan, yarışma esnasındaki güzellikler ve her zaman olan hatalar yarışma sonrasını da  mutluluk verici kıldı. (Ne olumlu bir sözce kurdum ben öyle!)
Yarışmadan sonra tribünlere geçip oturunca önce Amasya Üniversitesi'ni ardından da Artvin Çoruh Üniversitesi'ni izleme şansı bulduk. İki ekip de benim için ilk üçe girmesi mümkün olmayan ekiplerdi. Bu ekiplerde dans eden dansçıların emeğine saygı duymadığımı düşünmeyin, asla. Çoruh Üniversitesi'nin solosu çok hoştu, Amasya'nın ise müzikleri mükemmeldi ancak bunlar birincilik ya da ilk üçe girmek için yeterli değil bence. Çoruh'ta ilk üç dakika kızlar yoktu, sahneden inince birbirlerine kabalaklarını fırlatmışlardı. Bunlar beni çok üzdü. Amasya'da ise mimik yoktu hiç. Ben bunları önemseyen bir insanım...
Yarışma sonucunu duyunca şoka girdik. En azından ikincilik beklerken üçüncü olmak bizi biraz şaşırttı ancak profesyonel bir ekip böyle bir sonuçta dağılmaz... Üçüncülük de bir başarı deyip ayrılırken aklımızda tonlarca soru işaretleri vardı. Birinci Artvin Çoruh Üniversitesi, ikinci Zonguldak Karaelmas Üniversitesi oldu... Dördüncü Gazi Üniversitesi vs... Sonuç olarak soru işaretleri oluştu beynimizde?!
Burada yok şöyle yok böyle diyerek basit insanlar gibi üçüncülüğü gölgelen cümleler kurmayacağım. Üçüncü olmak da güzel bir duygu ancak bu şekilde olması hoş değil...
Yarışmanın otelimizin yanındaki lokantadan yemeğimizi yeyip yollara düştük yine. Gece bir gibi Ankara'da olmak gibisi var mı? Muhteşem bir yolculuk, arkadaşlarla sohbetler, eğlenceler... İnsanın elli kere Ordu'ya gidip üçüncü olası geliyor...

Ertesi güne yorgun argın bedenlerle uyansak da yaşanan o birbirinden güzel üç gün ömrümüzde güzel bir anı olarak kalacak. En büyük kârımız bu oldu sanırım Ordu'dan.
Ordu'dan hiç bahsetmediğim için kızacak olan arkadaşlar var... Perşembe'de kaldığımızı söylemem yeterli olur sanırım. Otel Dedeevi'nin karşısındaki düğün salonundan, yanındaki lokantadan, Boztepe'den ve yine otelin karşısındaki kayalıklardan başka anlatacak konu yok aklımda... Ordu gibi güzel bir kente sahip olmamız gurur verici. Şirin, minicik... İnci gibi... Ordu halkına da teşekkürler, alkışları ve varlıkları için...
Yarışmaya katılan, emek veren, ekipleri izleyen, alkışlayan, ekipleri aklından geçiren, halk oyunlarına gönül veren herkese yürekten teşekkürler.
EBF-HOT'a da kucaklar dolusu sevgiler ve teşekkürler. Final bir araçtı, amaç değil. Biz o aracı bırakıp Kalem Bayramı'nı aldık elimize... Her daim başarılar bizimle olsun...
Görüşmek dileğiyle...

11 Nisan 2010 Pazar

Anahtarları Bulma

Aslında uzun uzun yazdım... Az önce sildim! Baş rolleri canlandıran karakterler filmlerde ölüm yüzü görmezmiş... Kurşun hep teğet geçer, uçurumdan hep yumuşak zemine düşer, esas kız hep onu seçer ve en önemlisi de hep doğru yerde doğru zamanda olur... Mükemmeldir.
Hayatımızın baş rolünde biz varız diye de güzel bir söz var orda burda dolaşan. Dikkat edin; bu cümle baştan aşağı yanlıştır, anlatım bozukluğu dolduru. Hayatımızın baş rolü biz olamayız. Çünkü biz filmin sahibi, yapımcısıyızdır. Parasını verip oynattığımız oyuncular, yönettirdiğimiz yönetmenler, asistanlar, şunlar, bunlar... Hepsi bize aittir ve biz yönlendiririz onları. Biz olmadan olmaz film ama filmde yokuzdur aynaya bakmazsak. Peki ya aynaya bakacak olursak? Seçip oynattığımız baş rolden daha çirkin, bakımsız ve en önemlisi geri planda bi insan görürüz karşımızda. Oysaki o baş rolü biz o hale getirdik, biz yaptık bunu... Unuturuz yaptıklarımızı, suçlarız aklımıza ilk gelenleri... İlk kimler ve ya neler gelir ki?!
O sözün yanlışlığının bir diğer göstergesi de şudur ki eğer baş rol bizsek ve o ana karakter hiç ölmeyecekse kendimizi yeniden bulduğumuz, yeniden doğduğumuz o "önemli" anları yok saymış olacağız. Her yeniden doğum bir ölümü göstermez mi bize? (Biraz karamsar bi' bakış olsa da aynen öyle.) O halde baş rol ölüp ölüp dirilecek bizim filmimizde. Olur mu öyle şey?
Hayatımız için "yapımcı" tezinin üzerinde duracak olursak; psikoloji bilimindeki "Duyguların kontrol edilebilirliği." teorisini de temel alırsak ve üstüne bir de baş rolümüzü kendimizin belirleyebildiğimiz bu güzel sistemi eklersek çok güzel bir sonuç doğuyor avuçlarımıza. Duygularımızı kontrol edip baş rolümüzü "adam gibi" seçersek sorunlarımız ortadan kalkmış olmaz mı? Kostüm sorumlusunu, figüranları, yönetmeni vs. duygularımızı kontrol ederek seçersek, dizginleri elimizden kaçırmadan... Ne mükemmel bir hayatımız olur?! Bu demek olmuyor ki hep kontrollü bir hayatımız olmalı... Asla! Her daim kontrol altında olursak, bazı duygularımızı bastırırsak cânım Froyd'un (öz harfler hareketini unuttum sanmayın) meşhur bilinçaltı dediği, buz dağının görünmeyen kısmı, kalbimizin diğer yarısı, beynimizin en derin noktaları dolar ve sonunda taşar... Uyurgezer oluruz mazallah :)
Bu konuya nereden mi geldim... Sır bende kalsın, benle ölsün... Benle de yaşasın...
Bu kısa ama verimli yazımızın ardından bir cümle ile kapatalım blogumuzu: Duygularımızın ipleri bizim elimizdeyken mutsuz olmamız ne kadar akıl dışı değil mi?

NOT: 16-17 Nisan 2010 tarihlerinde Ordu'da düzenlenecek olan Üniversiteler Arası Horon Grubu Halk Oyunları Yarışması için Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Halk Oyunları Topluluğu'na tam destek hep destek. Yaşasın EBF-HOT yaşasın Halk Dansları!!!

18 Mart 2010 Perşembe

Mucize Atatürk Kayalıkları

Şimdi duydum, sizinle de paylaşmak istedim.


Balıkesir'in Gömeç ilçesindeki Atatürk'ün siluetini andıran kayalıklardan bahsediyorum. Günün her saatinde görülen bu kayalıklar ilgi çekiyor sahiden.
Bana da Zakopane'deki Şovalye Kayalıkları'nı hatırlattı...

3 Mart 2010 Çarşamba

Uzatmalar

Kimseyi ilgilendirmeyen bir konu. Belki de ilgilendiriyordur kim bilir!
Hayatımızın belli dönemlerinde kontrolü kaybettiğimiz oluyor, bunda sanırım hepimiz hemfikiriz. Kontrolü toplamak kişiden kişiye değişen bir olgu aslında. Kimi bunu fark ettikten hemen sonra kontrolü alır eline kiminin bunu yapması, yapabilmesi aylar alır. Kimileri püf noktasını bulmuştur bunun kimileri halen aramaktadır. Bunun neye bağlı olduğu apaçık: kişisel gelişim.
Ben hangilerindenim bilmiyorum. Kimi "kontrol kaybetme" dönemlerinden hemen kurtuluyorum kiminden ise kurtulmam zamanımı alıyor... Aylarımı, bazen yıllarımı... Düşünüp taşınınca karar verdim ki bu biraz da kontrol kaybına sebep olan durumla alakalı, ne dersiniz?
Örneğin vize dönemi. Bir vizeniz kötü geçti, kontrol kaybı yaşadınız ikincisi de öyle... O akşam kendinize sorup ertesi günkü vizede toparlanabilirsiniz değil mi? Ancak değer verdiğiniz bir yakınınızı kaybedince kendinizi toparlayıp yeniden başlamanız zorlaşacaktır. Acının etkilediği zamana, konuya ve hisse göre değişiyor olsa gerek...
Kontrol kaybını anlamsızlaştıran en güzel teori ise şu: duygularımızı kontrol edebiliyoruz. Bunu gözlemleyince fark edeceksiniz ki aynen böyle. Duygularımızı yönlendiren aslında biziz. Acılarımıza da sevinçlerimize de biz yön veriyoruz. Bunu denemeye ne dersiniz?
Bir örnekle açıklayalım. En can alıcı örnek. Her yaş döneminde dikkat çeken ve gündemde olan örnek... Aşk! Hoşlandığınız cinsten birini gördüğünüzde eğer ona aşık olmak isterseniz aşık olursunuz. Ancak sevgiliniz varsa ya da o sıralar aşık olmaya hazır hissetmiyorsanız ona aşık olamazsınız, buna kendiniz izin vermezsiniz. Tabi sevgilisi varken de aşık olmak isterse olur insan, orası ayrı ama yanlış.
Duygularımızı kontrol edebiliyorsak, kontrolümüzü nasıl ve ne zaman kaybedersek kaybedelim tekrar dizginleri elimize almamız çok da zor olmayacaktır. Yani yeter ki biz isteyelim. "Sır" adlı kitaba bağlamayamacağım konuyu. Bağlamaktan beter ettiğimin farkındayım. Yine de bir kez daha vurgulamakta fayda var: hiçkimse ve hiçbir şey bize istemediğimiz bir olay ya da olguyu yaşatamaz... Yaşamayız! Bunu unutmamak önemli olan.
Sonuç olarak; kontrolümüzü kaybedebiliriz, bu insanlık hali. Kontrolümüzü yeniden kazanmamız da insanlık hali. İnsanlık haliyse zor değildir... Kontrolümüz kendi elimizdeyse geriye sadece istemek kalıyor...

27 Şubat 2010 Cumartesi

Varlık

Dua ederek yüreğindeki yok'u var edebilir miyim?
Olmasını istediğim o olmayan
Ellerimi yaratıcıma açınca olur mu?
Çaresi yoktur yok olanın
Var olan vardır, umuttur varlığı
Yemyeşil bir tomurcuktur bir ömür sonra kıpkırmızı gül
Vardır o, yaşanandır, hissedilendir
Elle tutulmasa da
Gözünle kavrayabilirsin omzundan
Bilirsin o vardır
ama hâlâ bilmiyorum
Dua ederek yüreğindeki yok'u
Var edebilir miyim?
İmanımın, kalbimin gücü yeter mi bu ızdıraba?

20 Şubat 2010 Cumartesi

Türk Telekom - Beşiktaş CT maçı...

Geç olsun güç olmasın... Maçın üzerinden günler geçti ama çok yazasım var!! Çok çok!
Maça halk oyunları çalışmamı ekip gittim... Gitmez olaydım da dedim iyi ki gittim de dedim. Çelişkilerle dolu saçmasapan bir maçtı. Hem Ankara gibi bir şehirin takımının maçını izlemeye gittiğime utandım hem sevindim. Hem basketbol seyircisini alkışladım hem yuhladım! Bir çok çelişki ve gariplik bir aradaydı o gün.
Maç başlamadan bir saat önce salonun kapısında olduk, kapılar ancak o zaman açılır diye ama nerede!! Kapılar maça yarım saat kala açıldı. Onca insan salona maç başladıktan sonra girmek zorunda kaldı. Bunda kim suçlu varın siz görün!
Sıraya girmiş salona girmeyi beklerken Telekom Güçlüler göründü ufukta. Sıranın önüne geçip periyodik olarak sırayı bölüp içeri girmeye başladılar. Evet, onlar belirli bir yaşa gelmiş insanlar! Bu ilk yaptıkları yanlıştı. Sayalım birlikte...
Bu adaletsizlik karşısında çağdaş Ankara halkı tabi ki sinirlenecekti, sinirlendi de. Sıraya girmiş insanlardan bağırış çağırışlar duyuldu. E tabi az önce bahsettiğim "belli bir yaşa gelmiş insanlar"dan bir kaçı protesto eden insanların üzerine yürüdü. Yine onlardan biri araya girince bu gerginlik kısa süreli de olsa yaşanmış oldu. Hata oldu iki!
Neyse sonunda salona girdik!
Salon, atmosfer, basketbolcular... Her şey muhteşemdi! İki takım da kendinden emin ve rahattı! Gelin görün ki karşılıklı geçmiş olan taraftarlar hiç de bu kelimelere uymayan bir haldeydiler.
Telekom Güçlüler yine kendilerine ayrılan o belalı yere oturmuşlar, ilk dakikadan karşı taraftarı Çarşı'ya küfür yağdırmaya başlamışlardı. Daha maç başlamadan küfürün başlaması diğer "masum" izleyicilere "Ne oluyoruz?!" dedirttirdi. Bu da sanırım üçüncü hata oluyor...
İlk yarı Beşiktaş'ın ezici üstünlüğü ile biterken Telekom bu üstünlüğe cevap veremiyordu. Telekom Güçlüler ile Çarşı'nın atışması bir yarı boyunca sürmüş ortam iyice gerilmiş. En son şunu hatırlıyorum: Telekom Güçlüler'den biri Çarşı'ya dönmüş "Arada kaçmayın oğlum! Sizin..." devamını yazmıyorum. Devre arasını anlatan düdük çaldı ve basketbolcular salondan ayrıldı. Aynı anda tribünlerde bir hareketlenme! Sizce ne oluyor olabilir?!
Telekom Güçlüler öyle büyük bir hırs ve nefretle bulundukları yerden ayrılıp karşı tarafa koştular ki kameralar yakaldı mı bilmiyorum! Çarşı'nın bulunduğu tribüne vardıklarında ise en iğrenç sahneler yaşanmaya başladı! Karınca yuvasına küçükken hiç su döktünüz mü? Karıncalar havaya kalkarlar ve istem dışı hareket ederler... Değil mi?! Çarşı tribününde bulunan insanlar adeta tsunami etkisi ile oradan oraya savrulmaya başladılar. ok garip bir andı! Beş dakikanın ardından bütün tribün Telekom Güçlüler'in elindeydi. Muharebenin ilk kısmı bitmişti. Tüyler ürpertici görüntülere... Hata dört!
Daha sonrakileri anlatmama gerek yok! Oyun alanına dalan gözü dönmüş caniler... Güvenlik görevlilerinin copunu alıp Beşiktaş taraftarına saldıran insan dışı yaratıklar... Bir insanı yere yatırıp tekmeleyen garip ve tanımsız cisimler!! Anlatımı zor...
Olaylar durdu derken salona çıkan Türk Telekom bu olayları çıkaran taraftarın onları çağırması üzerine gidip onlara selam veriyor... Tutku Açık, gidip özel olarak biriyle konuşuyor bile. Burada hata kimde?!
Çevik kuvvet sonunda gözü dönmüş taraftarı da çıkardı salondan... Yarım saattir salona çıkamayan Beşiktaşlı basketbolcular da göründü sonunda...
Telekom bir gaz ile oyuna başladı ama devamı gelmedi... Yenen taraf Beşiktaş oldu.
Ancak Telekom iki kez yenildi!
1-Eline bilet verip maçlara taraftar diye getirdiğin kişilere dikkat etmeli!
2-Takım bu tür organizasyonlara bence alet edilmemeli!
3-Bedava bilet muhabbeti iyi, güzel, hoş ancak doğru kullanılmalı!
4-Orada burada bedava bilet saten garip tipler olmasındansa hiç bedava bilet olmasın bence daha iyi! Çünkü bedava bilet bence istenilen sonucu doğurmuyor, bu maçta gördük.
5-Ankara'nın bir tane basketbol takımı var Beko Basketbol Liginde... Ona da sahip çıkmalıyız! Böyle basit hatalarla takımı ve namını lekelemek hiç doğru değil.
6-Beşinci maddeyi unutmamalıyız!!
İçim çok doluymuş... Birçok şink bulmuştum sizin için. Yazılanları çizilenleri görün, fotorafları inceleyin diye ama... Gerek yok! En ayrıntılı şekli ile anlattım.
Maça gelip, her iki takımı da alkışlama erdemini gösteren, kavgaya rağmen çıkıp gitmeyen güzel basketbol severler. İyi ki varsınız. Bu ülkenin basketbol kültürünü siz adam edeceksiniz! Futbol holiganlarının basketbolumuza müdahale etmesine siz dur diyeceksiniz. Güveniyorum...

5 Şubat 2010 Cuma

Biliyor Olmak


Gece uyku tutmadı! Elimden şu yazı çıktı:

Ne zaman tam anlamıyla bir sanatçı, bir şair ya da bir yazar olacağımı henüz anladım. Daha adam gibi bir gecemi, yapayalnız bir halde, herhangi bir otel odasında geçirmedim ki ben! Rutubeti yalnızlığımla pişirip uyku öncesi şurubu diye içmeden evvel nasıl bir şair olurum ben! Nasıl oldum derim?!
Birkaç amatör denemem olmuştu… Hadi hatırlayayım…

Liseden öncesi yok bende zaten. O zamanlardan önce yalnız başıma bir otelde kaldığımı düşünmüyorum.
İlk aklıma gelen; lise birdeki Samsun gezisi oldu. Dört yıldızlı bir otelin balayı süitinde (Bu kelimenin Türkçesi neyse?!) sınıf arkadaşımla uyumuştuk. Fakir olduğumu, daha doğrusu birilerinin daha şanslı olduğunu o zaman anlamıştım. Dört yıldızlı böyleyse yedi yıldızlısı nasıldır acaba diye düşünüp tansiyonumu fırlatmıştım. Tuvalet masasının üzerinde duran “Müşteri Değerlendirme Formu”na şunları yazmıştım: Benim annem de babam da memur ancak ben böyle güzel yerlere gelmek istiyorum. Biraz fiyatları düşürseniz! Buralara gelmek için zengin mi olmak gerekli?” O zamanlar on beş yaşımdaydım ve hayatı bilmiyordum…
Sivas gezisi… Öğretmen Evi! Arka pencereden görünen o muhteşem manzara ve tasviri zor bir oda… Ayrıntıları yok bile!
Lise son sınıfta gidilen son gezi; Türkiye Turu! Dur bakalım, nerelerde kalmıştık? Adana Seyhan İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Anadolu Öğretmen Lisesi ve Kilis Anadolu Öğretmen Lisesi pansiyonları. Unuttuğum okullara ayıp oldu… Adana demişken! Bir gün o kente gidip bir otelde kalmalı, manzarası olmalı o otelin. Yoksa kalınmamalı! Huzurlu bir kent Adana… Otelleri nasıl bilmem!
Üniversitenin ilk senesi ve üç yarışma… Halk Oyunları Yarışması Bölge Finali, tabi üniversiteler arası; Halk Oyunları Yarışması Türkiye Finali ve son olarak 41. Zakopane Festivali çerçevesinde gerçekleşen halk oyunları yarışması…
İlk yarışmada bir gece kalınan üç yıldızlı otel! Ara sokaklara sıkışmış, körfez manzarasını unutmuş bir otel.İkincisinde ise Sapanca Gölü manzaralı bir misafirhane… O manzaraya bakarak insan aşık olabilir hiç düşünmenden.
Polonya’daki otel… Bir villayı ancak bu kadar aile sıcaklığı ile doldurup otel yapabilir bir insan. Koca koca dağların manzarayı oluşturduğu bir kış kenti; Zakopane. Huzur oradaydı…
Anlaşılan hiç yapayalnız, ıssız bir otel efkarım yok! O zaman adam değilim!
Sigara ya da içki içiyor olsaydım bir otele giderdim Abana, Adana, İzmir, İstanbul ya da Ankara’da. Pencerenin karşısındaki masaya soframı kurar sabaha dek kalbimin sahibini düşünür, içer, ağlar, şiir yazar, korkar, huzur duyar, şair olurdum.
Odada kimse olmazdı.
Şimdi canım Amasya Öğretmen Evi’nin balkonunda olmak istedi. Eğer herkes hatta bütün şehir uyumuşsa ve yalnız ben, ırmak ve Harşena uyumamışsa zamanıdır şair olmanın. Ağla sabaha dek!


5 Şubat 10 – 02.27 Ankara

29 Ocak 2010 Cuma

Dans & Tiyatro Kardeşliği

Muhteşem bir akşam yaşadım bugün. Muhteşem de sanırım yetersiz kalıyor. Bence (Benim gibi düşünen herkes böyle düşünür.) her muhteşemde küçük, mini minnacık hatalar vardır, bu akşamki gösteri de böyle bir muhteşemlikteydi işte.


Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı Devlet Halk Dansları Topluluğunu biliyorsunuz sanırım. İşte bu "harika" topluluk güzel bir iş yapıyor bu günlerde... Güzel bir gösteri... İlgilenenler bilir, bildiğinizi biliyorum :)


Bu akşam gidip göreyim dedim, ne var ne yokmuş... Herkes konuşuyor, herkes bir şeyler diyor ben de diyebileyim artık dedim. Gittiğime pişman olmaktan korkuyordum açıkcası... Soğuk bir Ankara akşamında düştük yollara. Aman Allah'ım ne kadar güzel bir park olmuş bu Gençlik Parkı öyle! İlk defa gittim, güzeldi... Beğendim. Sanırım sevgili (!) belediye başkanımızın en beğendiğim işi bu, uzun zaman için!


Bir tane bile fotoğraf çekinemeden geldim, o ayrı...


Gösteri başlamadan önce biletsiz sanıp elimi kolumu sallayarak girecek oldum. Meğerse tam 10 liraymış. Bir öğrenci için çok para. O para ile Telekom'un herhangi bir derbi maçına da gidilebilir, üzerine bir lira daha ekleyip onluk EGO alabilirim en öğrencisinden, Olgunlardan en korsanından iki roman alırım, Dost'tan en orjinalinden bir kitap alırım... Alırım da alırım... Ama o gösteriye gitmezdim... Ama iyi ki de gitmişim :)


Gösteri ihtişamlı bir müzikle başladı, öyle devam etti ve yine o ihtişamlı müzikle bitti. Muhteşemdi müzikler, uzun zamandır böyle güzel müzikleri canlı canlı dinlemek de nasip olmamıştı.


İzmir, Elazığ ve Van (Yanlış hatırlamıyorsam.) görelerine ait hikayeler ve dansları... Muhteşemdi! Sololar, anlatım tarzı, şarkılar, oynayanların eğlenen halleri... İzlenmeye değerdi.


Söylemeden edemem, böylesi güzel bir kurumun böylesi güzel organizasyonlara imza atması çok güzel. Ankara'da yaşıyor olmasanız da bir gün izlersiniz umarım. Çünkü izlenmeye değer, emin olun. Ankara'da oturan başkent ahalisi, size sesleniyorum: gidin ve görün neler oluyor Muhsin Ertuğrul Sahnesinde ;)


NOT :İnternette gezerken en beğendiğim bölümün fotoğrafını buldum sizler için :)