16 Ekim 2010 Cumartesi

Yine...

Yine yağmurda bir güzel ıslanmıştı genç kız. Yine genç kızdı... Yine ıslanmıştı... Yine bir güzel olmuştu olanlar... Yine yağmurdu... Yineydi yani!
Yolda eğer o sokak köpeğini görüp de "Senden ne farkım var şu an?!" sorusunu sormasaydı otobüse bindiğinde ağlıyor olmazdı. Yol boyu "Artık melek değilim. İyi kirlendim." ( http://fizy.com/#s/1ahm2o ) diye mırıldanıp durmuştu farkında olmadan. Yağmurun artık masum olmadığını düşündüğü aklını temizlediğini sanıyordu ama nafileydi, o da biliyordu. Dost denilenler masum olmayınca insanın masumiyeti kalır mıydı? Sokak köpeği deyip geçtiği, korktuğu yüzüne çarpmıştı işte. Masumiyet buydu. Sokakta sırılsıklam ıslanmış bir halde, kimseye aldırmadan ağlayarak yürümek. Ne uğruna! Erdem? Erdem o sokak köpeğinin neresinde vardı ki?! Asıl erdem o sokak köpeği miydi yoksa?
"Daha kaç kere ağlayarak bineceğim bu otobüse?!" diye soruyordu başlarda... Sonra... Otobüse binip etrafına bakınca anladı aslında ne kadar masum olduğunu. Islanmış saçları, montu, çantası, elleri, yüzü, gözleri... Islaktı! Titriyordu durmaksızın. Herkesten daha insandı, duyguları dışarıdaydı. Saklı gizli heyecanları yoktu onun. Masumdu. Ama masum olmanın önemi neydi ki? Ha olmuşsun ha olmamışsın. "Olmazsam olmaz. Masum olunca rahat olurum, mutlu olurum." diyen o değil miydi?
Sonra birden muavin peçete uzatmıştı ona. Gülümsemişti ağlayan gözleriyle aslında yaşlı olan genç kız. "Teşekkürler" diyememişti, sadece gülümsemişti belli belirsiz. Muavinin gülümsemesi daha büyüktü, o masum muydu acaba?
Otobüs mü yoksa genç kız mı titriyordu anlamadan sokak köpeğini düşündü. Bi ismi olmalıydı onun. Onunla karşılaştığı yere her gidişinde onu ve onun hatırlattıklarını anımsamalıydı. Düşünüp durdu yol boyu... Düşünmüş müydü acaba?!
Otobüsten indi. Artık durmuş olan yağmura, ıslak montuna, saçlarına, onu getiren otobüse, o hâlâ adsız olan sokak köpeğine, masum olanlara, olmayanlara şükretti... Masumdu ya!
Kimse bilmese de bunun bir veda olduğunu, biliyordu genç kız. Masumiyete ya da masumiyetsizliğe bir vedaydı bu.
Bir daha O'nu hiç görmedi. Vedaydı bu. "O" bilmese de...

8 Ekim 2010 Cuma

Üzülüyüm!!

Aslında yazacak çok konu vardı. Çenem de elim de kalemim de şişmişti aslında. Bütün güzel, huzur verici konular toplanmış sanki beni bekliyorlardı bu günlerde, öyle şanslıydım işte ilham konusunda. Sonra bir gün, yani bugün bi şey oldu. Ne oldu ben de bilmiyorum?!

Balzac'ın hayatından bahsedecektim. Nasıl bir ömür yaşamış duysanız, aklınız hayaliniz dururdu. Çapkın bir ömür sürüp, yaşamının son deminde aşık olup evlendiği kadınla nasıl bir ayrılık yaşadığını ve bu ayrılığın ardından nasıl öldüğünü... Aşk garip bir şey, bunu hepimiz biliyoruz da asıl bilmediğimiz kendi hayatımızdaki bu "Balzac melankolisi"! Farkında mısınız bunun? Hiç dönüp baktınız mı kuş bakışı hayatınıza. O zaman gördüklerinizle emin olun, benim Balzac'ın halini öğrendiğim kadar çok dehşete kapılacaksınız. Ne kutsal ömrüm varmış, diyerek sevineceksiniz. (Benim için dua etmeyi unutmayın o zaman!)


Sonra sokaklarda adını bilemeden yaşadığımız küçük ilişkilerden bahsedecektim. Her sabah kullandığınız belediye otobüslerinin şoförlerinden, muavinlerinden, yolcularından; korkmayın benim bu otobüs takıntımdan, başka şeyler de var sokakta. Yolda yürürken göz göze geldiğiniz insanlardan, yanlışlıkla çarpıp dönüp bakmadığınız kişilerden, telefon konuşmasını duyduklarınızdan, sohbetlerine kulak misafiri olduklarınızdan... Kocaman bir aileyiz biz Ankara'da. Siz nerde kimlerin ailesindensiniz bilmiyorum ancak... Bu büyük ailelerin bir bütün olduğu en güzel yer otobüslerdir, tıpkı çekirdek ailelerin akşam yemeklerinde oturup konuşmaları gibi... Bir bakın, belki de her gün birlikte gittiğiniz bi arkadaşınız olacak siz dönüp bakınca. Kim bilir!

Dostluklardan, çelişkilerden, çabalardan, boşvermekten... Hani bi dost dediğiniz vardır; onun için ve dostluğunu için çabalarken bir bakarsınız ki boğuyorsunuz onu. Hani bir kuşu elinde tutmak gibi... Sonra bir gün onu rahat bırakayım deyince de acı çekmeye başlarsınız... Olgunlaşmak "terim anlamı"yla olmasa da, zor zanaat. Hem de çok zor...

Anne ve baba ilişkilerinden bahsedecektim sonra. Onların ne kadar vazgeçilmez ve değerli olduklarınden dem vuracaktım. Sonra sözü kardeşe getirip, henüz duyduğum bir sözü sizinle paylaşıp yalanlayacaktım: Dostunu sen seç, kardeşini anan doğurur. Ne gaddar bir söz!

Sonra da diyecektim ki yoruldum... Bi çocuk gibi, oynadım, oynadım, oynadım... Yoruldum, uyuyakaldım kitaplarımın üstünde elimde kalemimle... Bi çocuk gibi... Çocuk. "Kimse masum değil." deniyor ya, üzgünüm. Ben hâlâ masumum... Bi çocuk gibi, masum ve yorgun.

Aklıma başka bir gün başka bir konu geldiğinde bu kez hemen yazarım desem de inanmayın. Her sözümü tutmak için söz verdim kendime... Ama sözlerimi tutamamaya başladığımdan artık kimseye söz vermiyorum.

Aklımda bir şarkı: Daha mutlu olamam bu akşam. Sonra da diyecektim ki yoruldum... Bi çocuk gibi, oynadım, oynadım, oynadım... Yoruldum, uyuyakaldım kitaplarımın üstünde elimde kalemimle... Bi çocuk gibi... Çocuk. "Kimse masum değil." deniyor ya, üzgünüm. Ben hâlâ masumum... Bi çocuk gibi, masum ve yorgun.

2 Ekim 2010 Cumartesi

O'nun Ardından

"Ergenlik" denen dönem insanların uydurması olsa da, bu döneme inandığım ve yaşadığımı sandığım zamanlarda -yani lise yıllarımda- biliyordum ki ne yaparsam yapayım bu yaşantımın yaşanmamış tarafını etkileyecekti. Bunu bilerek yaşayan bi ergen nasıl olur bilmem, ama oldu. Kişiliğime şekil vermek için ilk okuduğum şair, üstad, güzellik Orhan Veli'ydi. Dönüm noktam değil sanıyordum ama meğer öyleymiş.

Meğer öyleymiş dedim çünkü geçtiğimiz günler de "Bak burda öldü işte Orhan Veli!" diye seslenince dost bi ses, neye uğradığımı şaşırdım. Sakarya Caddesi'nden Mithat Paşa'ya doğru yürürken bi üst geçitin yanında kurdu bu cümleleri o uzun insan. Ne oluyor, nasıl olur dememe kalmadan omzumda bi ağırlıkla oturuverdim kaldırıma. O şirin insan, cep delik cepken delik ustası... Anlatılamayan abide... Nasıl olurdu da burada ölürdü ve kimse buna önem vermezdi. Çevreme baktım, hiçbir şey yok Orhan Veli'ye dair. Nasıl olur dedim! Nasıl yaparız bunu!

Sonra o bahsettiğim dost insan "Tamam, iyi şairdi ama kişilik olarak sevmezdim. Sen de bu kadar üzülme!" deyince durdum bi daha düşündüm... "Kişilik olarak sevmemek"... Bi şairi ya tamamen seversin ya da hiç sevmezsin. O kadar! Çok mu gaddarca oldu...

Neyse gelelim sadede. Bu arkadaşım benim çok üzüldüğümü görünce minik bi araştırma yaptı ve gördü ki Orhan Veli orada, ölmemiş... Miş? Evet evet, ölmemiş. Hani şu hikaye herkesce bilinir: Ankara'da belediyenin açtığı bi şukura düşer ve ölür. Bu kadar basittir! Ama öyle basit olmamış işte... Belediyenin kapatmayı unuttuğu o çukura düşmesine bi önem vermemiş Orhan Veli.. Ardından İstanbul'a gittiğinden 14 Kasım'da fenalaşıp hastaneye kaldırıldığunda hayatı sona erer. Yani benim gördüğüm o ücra yerde değil. İstanbul'da bir hastanede. İçimin rahatlamış olması ne garip!

Sabahattin Eyüpoğlu, Orhan Veli'nin ölümünü arkadaşına haber verdiği mektupta şunları yazar: Orhan'ı şimdi İstanbul'da arayıp da bulamamak mümkün mü, Mahmut? Sahiden hiçbir yerde bulunmaz mı dersin?

Düşünsenize... Orhan Veli gibi bi dostunuz var... Sonra yok!

(merak edenler için mektubun linki: http://kirpi.fisek.com.tr/index.php?metinno=edebiyat%2F20041219180517.txt )