Geçtiğimiz günlerde iki günlük bir izin bulabilmişken Diyarbakır'a kaçtık, sevdiceğimle. Bizim için keyifli, tuhaf, eğlenceli, bol hareket dolu ve yorucu iki gün oldu bu tatil.
Diyarbakır'ın 31 Aralık 2014 tarihindeki 09.20 uçuşu iptal edildi, bunu öğrenmek küçük bir travma yarattı bizde. Ne de olsa ben ilk kez Diyarbakır'ı görecektim ve heyecanlıydım. Değerlim ise bana memleketini gezdireceği için oldukça keyifliydi. Bu haber soğuk duş etkisi yarattı.
Neyseki Anadolujet bize üç alternatif sundu. Yeni bir uçuş, bilet tutarı kadar iade para, açık bilet. Biz yeni bir uçuşu seçtik. Mardin, Batman ve Adıyaman içinden Diyarbakır'a en yakın olan Mardin'i seçtik.
Buraya ne kadar vurgulu yazdım bilmiyorum. Ben, Mardin'de öleceğimi düşünüyorum. Benim için, bu gizemli ve kutsal kente gidecek olmak ayrı bir heyecan yarattı.
Ne de olsa hep Doğu'ya hayran olmuş, o kültürle yaşama hasreti çekmiş biriydim ve bir taşla iki kuş vuracaktım: Mardin ve Diyarbakır.
14.15 uçağı ile Mardin'e çıktık yola. Saat 15.30 gibi Mardin'deydik. Kızıltepe'nin Mardin'e bu kadar yakın olduğunu görmek çok keyif verdi.
Mardin'in bizi akşam üzeri ve oldukça sarı karşılaması da ayrı bir mutluluk kaynağıydı. Gezelim, görelim derken bir kartpostal alma telaşı kapladı beni.
Tam kartpostal kelimesini sarf ettiğim anda bir kartpostalcı görmek ne müthiş, ne müthiş! Koşa koşa gittim ve seçmeye başladım. Bu sırada bizimle ilgilenmesi için tezgahtar bir çocuk geldi. Çocuk dediysem; genç bir erkekten bahsetmek için çocuk demiyorum. Yedi sekiz yaşlarında bir tombalak. Oldukça asık suratlı ve mutsuz! Takıldım, saçlarını okşadım, sevdim, laf attım... Ses yok! Bir gülümseme kıpırtısı bile yok! O sırada yetişkin bir "çocuk" geldi. "Neden hiç gülmüyor? Bir sorun mu var?" dedim. Büyük olan çocuk "Annesi, babası bize verirken dövün dedi. Biz de dövdük. Ondan, biraz mutsuz." dedi.
Ben herhangi bir tepki veremedim.
...
Biliyorsunuzdur. Doğu'da ölenlerin ardından derin bir yas tutulur ve ölen kişiye büyük bir saygı gösterilir.
Gezi sonrası o küçük, mutsuzluğun öğretildiği çocuğu anlatırken gelecekteki bana, şöyle bir cümle kurdum: (Sansüre gerek yok.) Doğu'da, yaşarken insanların ağzına sıçıyorlar ama ölünce saygıyı da sevgiyi de esirgemiyorlar.
Ölüm bütün kötülüklerin üzerini büyük bir başarı ile örtüp unutturuyor ve geriye kocaman bir saygı ve sevgi kalıyor.
Freud "Tabu ve Totem" çalışmasında ölün kişilerin, yüzyıllar önce ifade ettiği şeyleri araştırıp ardından da şu ana yansımalarını gözler önüne sermeye çalışmış. Ve gördükleri yukarıda bahsedilenlere o kadar yakın ki. Erkek çocuklarının, her konuda her şeye sahip olan babalarını öldürdüklerinde büyük bir haz aldığını ve ölümünden sonra saygı duyarak babalarının ruhunun gazabını uzaklaştırdıklarına inandıklarını söylüyor sevgili Freud.
Üzerine uzun uzun yazabilirim.
Ama konum bu değildi ki!
...
Ben herhangi bir tepki veremedim.
Yani o büyük çocuğa oturup, eğitim biliminden ya da çocuk psikolojisinden anlatmayı göze alamadım. Susabildim. Sadece susabildim.
Şu anki pişmanlık çok aptalca.
...
Küçük çocuğum bana bir bakışıyla anlattı ki; öyle uzaktan "Ay ben Doğu'da yaşamak, ölmek istiyorum." demekle olmaz o işler. Benim kafamda yarattığım bir dünya ister gerçek olabilsin ister olamasın, dışarıda bir gerçeklik var ve devam ediyor. Ankara'dan oturup, Doğu'nun muhteşem güzelliğinin içindeki o "uzak yaşam"ı anlayabileceğimi sanmak ne büyük ahmaklıkmış!
Bu da bana ders olsun.
mardinli ve diyarbakırda yaşayan biri olarak hiç tavsiye etmiyorum buralarda yaşamayı.. :)
YanıtlaSilüniversiteyi okuduğum ankarayı çok özlüyorum. en kısa zamanda ankaraya taşınacağım.
harika bir cümle kurmuşsun. yaşarken ve ölürken diye başlayan.. aynen öyle işte..
Aslında hâlâ büyük bir sempati duyuyorum ancak zor olduğunu gördü.
SilUmarım siz de birgün isteklerinize kavuşursunuz :)