9 Aralık 2014 Salı

Bitmeyen yıl dönümleri için altın değerinde bir fikir.


Arkadaş, biz insanlar ne kadar da karmaşık yaratıklarız.
Karmaşığız.
Bu da bizi tadımızdan yenmez yapıyor.
Muhteşemiz.
Çok şükür.
Doğum yıl dönümü, ölüm yıl dönümü, evlilik yıl dönümü, nişan yıl dönümü... Pardon! Sonuncusunu ben uydurdum!
Bütün bunları bir ilişki açısından ele alacak olursak...
Tanışma yıl dönümü.
Sevgili olma yıl dönümü.
İlk tiyatroya gitme yıl dönümü.
İlklerin hepsi için ayrı ayrı yıl dönümleri.
Aman Allah'ım!
Kutla kutla bitmiyor.
Her ay ya da her hafta hediye almak ve vermek için bir sebep.
Ve tabi, sonucunda evleniyorsun.
Bitiveriyor bütün yıl dönümleri.
Bu da karmaşıklığımızın başladığı yer.
Harikayız!
Evlenince pat!
Sadece bir yıl dönümü kalıyor elinde.
E, bu çok kârlı.
Hemen evlen kurtul dostum.
Yoksa ne can dayanır ne cüzdan.
Sevgiler.

5 Aralık 2014 Cuma

"Lamiel"e saygı duruşu: Normandiya'da başlayan ve Trabzon'da biten bir hikaye


"Kont o geceki utancını hiçbir zaman unutamadı. Lamiel'in onu aldatmalarına önce ses çıkarmazken sonra sonra bunu gururuna yediremedi. Ne kadar "Normandiyalı" da olsa kadınıydı.Ablasının yanına dönmekte buldu çareyi. Lamiel'i beş parasız bırakmıştı.
O yokken, Lamiel onu aldatmaya devam ettiğini sanıyor bir yandan da Papaz Clement ile görüşmeye de devam ediyordu. Clement farkında olmadan Lamiel'in keskin zekasını farklı bir konuya çeviriyordu: Felsefe.
Lamiel Kont'un onu terk etmesinin ardından yaşamak için yine birkaç asille ve bir fırıncı ile sevgiyi denedi ama okuduğu kitaplar ona gitmesini söylüyordu.
Bir mayıs sabahı Clement ile vedalaşarak doğuda, ormanların arasında bir manastıra gitmeye karar verdi. Yolculuk tam bir ay sürdü.Bu çetin yolculukta yanında hep çoban püskülü vardı.
Manastırda bol bol okuma ve sorgulama fırsatı buldu. Dünyayı, varoluşu ve sebepleri sorguladı.
Manastırda seneler sonra yetiştirdiği öğrencilere yaşanmış hikayelerle güzel dersler verdi ve orada yaşadı, yaşadı. Sevgi artık bir anlam ifade ediyordu, sevgiydi.
Manastır dağların üzerine oyularak inşa edilmiş bir harika yapıydı. Burada her şeye şükretme fırsatı buluyordu. İnsanların ruhlarını tanrıya vermek için günlerce tırmandığı o yolu şükürle izlerdi her gün. Herkes hayatı boyunca bir yokuştan tırmanıyordu, o da tırmandığı yolun sonundaydı.
...
Kim der ki Lamiel şimdi Trabzon'da uyuyor.

20 Ağustos 2014 -  Ankara"

Gayet naçizane ve ukalaca yazdığım ve affınızı dilediğim bir yazım daha. Stendhal'ın vefatının ardından yarım kalan kitabı Lamiel için tuhaf bir fikir geldi aklıma ve sizinle paylaşmak istedim.
...
Lamiel'in fotoğrafını internette ararken de Lamiel isimli Japonya'dan buralara seslerini duyuran bir rock grubu buldum. İlgilenenlere.
Rock forever!



25 Kasım 2014 Salı

Her 24 Kasım.

Lisedeyken bir şiir yazmıştım. "Ben her 24 Kasım Atatürk olurum." diye bitiyordu şiirim. Ondan sonra her sene 24 Kasımlarda okulumuzun yaptığı törenlerde bu şiir okunur olmuştu.
Tam üç kez bu şiiri duymuştum, mutlu olmuştum. Ne bileyim; Cahit Sıtkı ya da Mehmet Akif yerine benim karalamam... Bu harikaydı.
Artık 24 Kasımlarda Atatürk olduğum falan yok.
Orjinal, yeni ve özgün biri oluyorum. Yani burada kendimi Atatürk'le karşılaştırma niyetinde değilim. Amacım yanlış anlaşılmasın. Bu kadar saçma bir yola girmem.
Demek istediğim artık kendi halinde bir öğretmen olmak yerine daha evrensel fikirlere hizmet etmek gibi bir amaç edindim. Bu mesleği daha da çekilebilir ve keyifli hale getiriyor.
Çok keyifliyim.
...
Bugün ise öğretmenlik mesleğine yeni bir anlam yükledim. Yine bir 24 Kasım ve yine bir anlam yüklemesi daha.
Lisedeki öğretmenlerim, anne yarılarım ile görüştüm.
İş çıkışı, yol boyunca kulağıma telefonu götüren kolum katlı olduğu ve üzerimde de üç kat kıyafet olduğu için kolum morarmış.
Şu an ağrısından kolumu rahat açıp kapatamıyorum.
Peki bu hale gelene kadar neden hissetmedim?
Telefondaki o anne seslerinin mezun olduğum gün kadar yakın olmaları, sıcak olmaları ve anne olmaları... Unuttum Ankara'yı, diplomalarımı, öğretmenliğimi.
Öğrenci oldum.
Çocuk oldum, gittim Amasya'da bir ağacın altında ağladım.
Yurttaki yatakların birinde uzanıp hayal kurdum.
Telefon bekledim yemekhane kapısında.
Sınıfın önündeki kaloriferi yine mesken tuttum.
Okul çıkışlarında yine o manav Murat Abi'ye gidip çikolata aldım.
Herkesin hangi çikolatayı yediğini hâlâ ezbere biliyorum. Herkese ayrı ayrı aldım.
Etüt arasında kar topu savaşına katıldım.
Nöbetçi öğretmenle sohbet ettim "belletmen odası"nda.
Dizi izlemeye inenlere bakıp kıkır kıkır güldüm.
Çay içtim buz gibi odamda.
Ağladım.
Öğrenci oldum.
...
Telefondaki ses dedi ki: Bir öğretmen bilir ki öğrencisi ile öğretmen arasında hiç mesafe yoktur, her zaman.
Bu sözü söyleyenin ellerinden öpülmez mi?
Kurban olunmaz mı?
Örnek alınmaz mı?
...
Öğrenciliği unutmamak sanırım öğretmenliğimizi daha erdemli hale getiriyor.
Öğrenciliğimizde bize olumlu örnekler gösterip kendileri gibi erdemli öğretmenler yetiştiren sevgili öğretmenlerime bir saygı duruşu yazısıdır bu.
Ağlaya ağlaya yazılan bu satırlar öğrenciliğini unutmayan bütün öğretmenlere selam olsun.
Öğretmenler günümüz kutlu olsun.

16 Kasım 2014 Pazar

Tiyatro ya da Cyrano: Küçük bir aşk hikayesi.

Daha önce bu konuyla ilgili yazı yazmamış olmam ne kadar utanç verici!
...
Son birkaç gündür tiyatro ile sinemayı karşılaştırıp hangisinden daha çok mutluluk duyduğumu anlamaya çalışıyorum.
Olmuyor.
Sinema, oldukça mekanik ve soğuk olabilir ancak tiyatroda uygulanması zor olan çoğu şey bir kamera ile çok kolay. Tiyatro sıcağı sıcağına ve muhteşem bir deneyim, sinemanın uzaklığını yakınlaştırıyor.
Seçim yapamıyorum.
Ancak bu yazı ne tiyatroya ne de sinemaya saygısızlık niteliğinde olacak. Her ikisinin önünde de büyük bir saygı ile eğiliyorum. Sanat dallarını karşılaştırmak kadar cahilce bir durum olamaz, hepsinin yeri ayrıdır; ancak hangisinden daha fazla haz aldığımı bulamıyorum.
Geçelim bu konuyu.
Tiyatro denilince de dört beş asır öncesinden bize seslenen oyunlar geliyor aklıma. Daha mutlu oluyorum böyle oyunlarla. Hele ki devleşen oyuncuları izleyip mest olmak beni benden alıyor.
Bu tutkum Cyrano de Bergerac ile başladı. Sanırım nirvanadan başladım ve orada kaldım. Hiçbir yazara saygısızlık etmek istemem ancak Cyrano her şeyiyle bana ve benim bakış açıma hitap eden bir oyundu. Tiyatroya ve yine tiyatroya aşık olmamın ilk sebebi belki de o oyundu.

Tabi izlediğim oyunda Devlet Tiyatroları oyuncusu Durukan Ordu'nun muhteşem performansı da önemli yer tutuyordu. (Fotoğrafı internetten buldum, Larien'e sevgiler.)


Ve bu hafta Macbeth'i izleme şansı buldum. Muhteşem bir oyundu tabi, Shakespeare'e söz yok. Sevgiler ve de saygılar. Pelin Çeken'in performansı benim gözlerimi bol bol doyurdu, harika bir tiyatro şöleni oldu benim için. Bir boş gününüzde gidiniz derim.





Ancak ben yine Cyrano'dan vazgeçemiyorum.



8 Kasım 2014 Cumartesi

Blog temizliği.

Uzun zamandır aklımdaydı. 
Ben ne kadar çok yazıma bu cümle ile başlıyorum.
Uzun zamandır aklımdaydı.
...
Bu sayfamda dört beş sene önce yazdığım ve o yazıyı yazarken düşündüğüm fikirleri artık düşünmediğim yazılar var. En azından vardır diye düşünüyordum.
Sonra dedim ki dur ben temizleyeyim.
Ardından temizlik yaparken fark ettim ki düşüncelerim evrilmiş ve bu değişim sayfalarıma tuhaf bir keyifle yansımış.
Beni uzun zamandır takip eden, ya da henüz farkıma varıp eski yazılarımı okuyan okuyucularım bilirler ki "o eski halimden eser yok şimdi".
...
İlk yazımda yanımda olanlarla şimdi yanımda olanlar çok farklı insanlar. O zamanki düşüncelerim dünyayı tanımaya çalışan bir lise öğrencisinin düşünceleriyken şimdikiler yine dünyayı tanımaya çalışan ancak artık öğretmen olan bir insanın düşünceleri. Dünyaya bakışım "büyüdükçe" değişiyor.
En tuhafı, artık bir bebeğim olsun istiyorum.
Bu isteğim bana çok tuhaf geliyor.
Neyseki "gelişim görevleri" denen olgudan haberdarım.
Yaratıcımız hepimize bu görevleri hakkıyla yaşamayı nasip ede, amin.
...
İzlediğim filmler, okuduğum kitaplar, konuştuğum ve tanıştığım insanlar, hayatımın dört senesini şenlendirip anlamlandıran Değerlim, değişen çevrem... Hepsi teker teker algımda o kadar büyük bir etken ki...
Büyümek güzel.
Yaşlanmak da öyle.
...
Kim bilir, bir yirmi sene sonra bu "acemi" yazımı da okuyup yine diyeceğim: Silme be Nihan. Güzel bir ömrün izdüşümleri kalsın burada, ölüp gidince ardımızda bir şeyler bırakalım. Silme be Nihan.

2 Kasım 2014 Pazar

Seneleri saymanın mantıksılığına dair.

23 Ekim'lere selam olsun.
...
Uzun zamandır başlıklarıma nokta koyuyorum. Her an bir yazım, son yazım olabilir. Bunun bilincindeyim.
Esra'nın son yazdığı yazı neydi?
...
Üç yıl oldu.
Ve ben bütün perşembemi ağlamaya yakın bir halde ve yorgun argın geçirdim. Ağlayıp ağlamadığımı buraya yazmanın gözyaşı bezlerime ne katkısı olacak?!
Ölümün insanı mutsuz ettiğine inanmıyorum. Mutsuz eden ölüme dair var olan "gerçek dışı" düşüncelerimiz ve bu düşüncelerin yarattığı korku. Ölümden korkuyor olmamızın sebebi ise sonrasını bilmiyor olmamız, sadece bu.
Ölüm oysaki düşününce birçok güzel kapıların açılması demek. Dinlenmek, sınavın sona ermesi, insanlardan uzaklaşmak...
Ne kadar da dünyaya dair yazdım değil mi?
Gel bir de onu ciğerinin köşeleri ölenlere söyle, değil mi?
"Yarayla alay eder yaralanmamış olan" değil durumum, alay etmiyorum. Acıları hafifletmek için kendimce (!) mantıklı düşünce parçaları üretip kaygıyı azaltıyorum.
Ve tabi bunun o kadar da kolay olmadığını biliyorum.
...
Üç yıl oldu.
Kimimiz haberler hatırlatınca "Aa o kadar da olmuş mu?" dedik, geçtik. Kimimiz hatırlamadı bile. Kimimizin bu günden haberi bile yok. Kimimizse bugünü mezar başında ağlayarak geçirdi.
Mezar ne çirkin bir kelime. Kabir daha değerli sanki.
(Mezar Arapça bir kelime ve ziyaret edilen yer anlamında kullanılıyor. Ne de tuhaf değil mi?Kabir kelimesine gelince, yine Arapça bir kelime ve gömü anlamında. Mezar daha masum bir kelimeymiş aslında. Ziyaretin bol olmasına niyet ederek mezarı kullanmak daha güzel olabilir artık.)
(Bakın paragrafın ortasında neydi sonrasında ne oldu kelimeye bakış açım. İyi ki insanım.)
...
Üç yıl oldu.
Biz o sene üç mezar bıraktık Amasya'da bir dağın tepesine. Yine ziyarete gitmek nasip olmadı. Bakın, o cümleden sonra da nokta var.
...
Ölümleri hatırlamak ya da hatırlatmak dert değil.
Bir dua çok zor olmasa gerek.
Ölümden sonrasına inandığım için bunu rica ediyorum ancak inanmayan varsa sevgiyle kalsın.
...
Bir gün öğreneceğiz kimin haklı olduğunu.
Umarım hepimiz öyleyizdir.
Ama hepimiz yalnız uyuyorsak yatağımızda, ne fark eder kim haklıysa!

30 Ekim 2014 Perşembe

Bu da bizim sene-i devriyemiz.

(Sümela Manastırı'ndan hatıra dolu bir kare.)
Bütün arkadaşlarımız, hani hiç evlenmeyeceklerini düşündüklerim dahil, evlendiler.
Evlenmeyenler de nişanı yaptı, nikahı yaptı, düğün için yazı bekliyor.
Ve bir de üzerine çocuklarının yaş günlerini, evlilik yıl dönümlerini kutlayanları görünce "Sevgilim," dedim içimden, "bizim yıl dönümümüz var evet ama evlilik teklifinin de bir yıl dönümü olmalı. Evlenene dek o günü kutlamalıyız." dedim. Dışımdan dersem Değerlim bu konuya takılabilirdi. O kadar yoğun çalışan adamcağız bir de yıl dönümü hazırlığı ile mi uğraşsındı? Tabi ki hayır.
...
Geçen sene bugün, beyefendi beni apar topar bir tiyatro sahnesine çıkarmış ve evlenme teklif etmişti, benim seksen yıllık antika yüzüğümle. Ben de kabul etmiştim. Sonrasında nişanlanmış ve evlilik hazırlığına başlamıştık.
(http://ny12da.blogspot.com.tr/2013/11/evlenme-teklifi-duygudurumlar.html burada da hikayemiz var.)
Neyseki bizim ilişkimiz en başından sınanıyordu. Birçok üzücü gün ve ay ve belki de yıl geçirecektik. Hâlâ da bilmiyoruz.
Bir yola baş koyunca "Ay dur ben yoruldum. Bir bakalım." demek de olmayacağına ve "aşk" denen şeyin elleri bırakarak devam etmeyeceğini bildiğimize göre sırt sırta verip düşündük. En iyisi evlenelim, dedik. Hâlâ o yoldayız.
Sizlere "Çocuk ne zaman?" deniyor olabilir. Bize hâlâ "Düğün ne zaman?" diye soruyorlar. Ve biz bu soruya "Belli değil." demeye bayılıyoruz.
...
Ben o tiyatro sahnesinden elimde sevdiğimin eli, dudaklarım kocaman açıkken indiğimden beri biliyorum, bu dünyada herkes ve herkesin ilişkileri var, ancak ben'in de içinde olduğu "biz" biziz. Herkes de öyle. Bu kutsallığın tadını çıkarmak çok güzel.
...
Biz Dünya'yı evlenmeden de el ele gezebiliriz deyip yollara düşeli çok oldu. Herkesin "biz"inin farklı idealleri var, evet. Ne şükür ki biz yollardayız, dağlardayız, ova, bayır falan...
...
Şükredin dostlar. Her şeye. 
...
Düğün ne zaman bilmiyoruz ancak sevgilim bana evlenme teklif edeli bugün bir yıl oldu ve biz bugün bunu kutlayacağız.
Bundan damadın haberi yok.
Yorulmaması gereken nadir damatlardan.
Ben de yorulmaması gereken nadir gelinlerdenim.
Biz yorulmaması gereken ve bol zamanı olan bir çiftiz.
Hepinize bu şımarıklığı şiddetle tavsiye eder, gözlerinizden öperiz.

26 Ekim 2014 Pazar

Dünyanın temel sorununu buldum.


Heyecanlanmayın.
Benden önce de bilen biliyordu.
Biraz olsun fotoğraflarda öndekilere değil de arkadakilere bakmayı başaranlar da biliyorlar.
Kalabalıkta bir durup şöyle etrafına göz gezdirenler de biliyorlar.
Biliyorsunuz.
Hepiniz bir yalnızsınız.
Bilmiyor olamazsınız.
...
Dünyadaki bütün kötülüklerin sebebini buldum.
Ben bu yaşımda buldum
Siz ne zaman bulduysanız, hayırlı uğurlu ola.
Sevmiyoruz.
İnsanları sevmiyoruz.
Bizim gibi düşünmeyen, yaşamayan insanları sevmiyoruz.
Bu yüzden ülkelerdeki azınlıklar hep acı çekiyor.
Bu yüzden eşcinseller hâlâ toplumun bir parçası olamıyor.
Bu yüzden sen karşı komşun çöpü senden biraz farklı bir yere koyuyor diye kızıyorsun.
Bu yüzden iş arkadaşın arabayı biraz farklı park edince küplere biniyorsun.
Bu yüzden senin görüşünden olmayan "cahil", "öteki", "farklı" bu dünyada.
Oysaki sevsen...
Desen ki o da insan.
Onun da bir dünya görüşü var.
O da geçti kendi yolundan, geldi bugünlere.
Herkesin kumbarasında farklı para var.
En iyisi, sevmesem bile nefret etmeyeyim.
Hoşgörü diyeyim buna.
Anlayış göstereyim.
Böylece çekildiğini bile bilmediğim fotoğraflarda başkalarına nefretle bakışım yakalanmaz.
Böylece etrafına durup bakan insanlar ne kadar nefret dolu olduğumu düşünmez.
Belki de sevgimizi ırk, renk şu bu demeden verirsek daha doğru gider işler.
Sevgimiz rüşvet değil duygu olmaya başlarsa belki biz de mutlu oluruz.
Sevgimizi esirgemezsek herkesten belki daha da güzel olur dünya.
Herkesten'in altı çizili.
Ne olursa olsun, ne yaparsa yapsın sevgiden bahsediyorum.
Boru değil.
...
Gecenin köründe derdime ne oldu?
Neden uyumuyorum?
Ha bunu dedim, ben çok mu temizim?
Temiz olmaya niyet ettim arkadaşım.
Bana yardım et.
...
Ha evet, bebek fotoğrafı.
Hiç kimseden nefret etmeyen bir yetişkin bilsem onun fotoğrafını koyardım.
...
Biraz sevgi, biraz.
Herkese ne yaparsa yapsın koşulsuz sevgi.
Belki böylece daha "insan" oluruz.

15 Ekim 2014 Çarşamba

Bu işin zor tarafı.

Anlattığımda kimse anlamayacaktı. Yazıyorum. Ancak sen değerli okuyucum tarafından da acınarak karşılanmasın, rica ediyorum.
Zihinsel engelli, otizmli ya da herhangi bir özel gereksinimi olan çocuklar acınacak durumda değillerdir... Hiçbiri.
Geçtiğimiz hafta perşembe günü, çok sevdiğim otizmli ergen bir öğrencimle dersimiz vardı. Evde düşmüş ve burnu morarmıştı, huzursuzdu ve ağrıları vardı.
Onunla ders yapmaya, onun dünyasına aynaya ya da ışık olmaya bayılıyorum. Onunla yaptığım her ders ayrı bir zevk... Ancak o ders, acısını anlatamaması, derdini dile getirememesi beni derinden yaraladı.
O gün yaşadığım psikolojik zorlanım bütün gün devam etti. Aslında bu yazıyı yazma fikrim o günden doğmuştu.
Sonra unutmaya çalışıp yazmak istemedim.
Ardından bugün geldi ve ben sürpriz bir şekilde bir grubun dersine girdim. İki tane otizmli kardeş. Biri yaşça büyük ancak problem davranışları daha fazla. Küçük olan renkli gözlü ve sempatik.
Büyük olan tosbanın dersin sonlarına doğru ateşi çıktı ve ağlamaya başladı. Baktığımda yanıyordu. O ağlayınca tam karşısında oturan kardeşi hüzünlü bir ağlama tutturdu.
Sarılıp ağlasam açık kamera... Ağlamasam içime akan göz yaşlarım...
Yazının başında da dediğim gibi; benim ve benim meslektaşlarımın hiçbirinin öğrencisi acınacak durumda değil. Bu duygu sevgiden başka bir şey değil.
...
Yazıyı neden yazdım?
Birileri beni, zihinsel engelliler öğretmenlerini anlar belki. Bilmiyorum.
Ya da sadece içimdeki bu derdi ya da zorlanımı anlatmak istedim.
Bilmiyorum.
Ya da burada bulunsun için.
Bilmiyorum, dedim ya.
...
Alan mezunu olmayan, başka branşlardan gelip sırf para kazanmak için bu sektöre yerleşen insanların (Bahsettiğim kişilerin içinde arkadaşlarımın da olması bir şey ifade etmiyor. En yakınlarım bu konudaki katı duruşumu bilir.) elinde körelen, gerileyen ve hiç öğrenmemeleri gereken şeyleri öğrenip yitip giden çocukların acısını çekenlere selam olsun.
...
Her neyse.
Dünyada bir de böyle bir dünya var dostlar. Gelip görmek isteyen haber salsın.
Gelip gördüğünüzde yaşadığınız onca otobüs kavgası, sınav telaşı, pazartesi sendromu... ne varsa boşa gidiyor. Boşa gittiğini anlıyorsunuz.

10 Ekim 2014 Cuma

Ne ilk ne de son.


Hep hayalimdi. Hayalimizdi.
İşimiz burnumuzun dibinde, yürüyerek gidip geliyoruz. Kendimize ait, sevdiğimiz şeyler artık hep yakınımızda.
"Tanıdık" dediklerimiz var.
Manavımız, bakkalımız, kasabımız, eczanemiz... Her ne ihtiyacımız varsa her şey tanıdık ve samimi. İçtenliğimize içtenlikle karşılık buluyoruz.
Çocuklarımız yaşadığımız muhitte huzurlu, güvende.
...
Nato Yolu'nda bunu sağlamak diğerleri için ne kadar mümkün bilmiyorum. Ben denedim. Oldu sandım. Hâlâ da öyle düşünüyorum.
Okulum ile evimin arası yürüyerek on dakika, mümkün oldukça yürümeye çalışıyorum kar kış dinlemeden. Bu yürüyüş mesafesinde de artık her ihtiyacım olduğunda uğradığım kırtasiyem, ezcanem, kuruyemişçim, camiim, bakkalım, marketim ve manavım var. Manavımı neden sona aldım? Ah Freud okumak ne fena!
Okul çıkışlarında bazen Akşemsettin Camii'ne uğrayıp ibadet ederim. Bu camiyi çok severim, çok. Kokusu, temizliği diğer camilerden farklıdır. Bunu çok cami gezmeye çalışan biri olarak sizinle paylaşmak boynumun borcu olmalı. (Herhangi bir dini dikte etmeye çalışmıyorum.)
Camii'nin hemen yanında bir market var. Bu marketin manavı olan amca ile artık "tanıdık" olduğumu düşünür, evden bir şey istendiğinde oradan alır ve onca yol taşırdım. Onca yol taşımak bizim samimiyetimize samimiyet katıyor sanıyordum.
Böyle bir alışveriş anında manav amca bana artık sonu kalan ve kilosu 5,75 lira olan muzları uygun fiyata satmak istedi. Gözüme az göründü. Manav amcayı kırmamak için "peki" dedim. Önce tarttığı muz iki kilo geldi, ardından da dört liraya tartacağını ve içinde hiç çürük olmadığını söyledi. Sekiz lirayı muza vermem, prensip olarak evlilik hazırlığı yapıp para biriktiren biri böyle bir savurganlık yapmamalı, amcayı kırmamak için samimiyete dayanarak aldım. Sırf o amca için.
Eve geldiğimde muzların koktuğunu ve içlerinin küflü olduğunu gördüm.
Çok üzüldüm.
Vedalaşırken yüzündeki kurnaz gülümsemeyi ben yanlış anlamıştım.
O gülüşü nasıl görmek istiyorsam o hale sokup öyle almıştım gözüme.
...
"Sonra da dans edelim... Sonra da dans edelim... Modern adımlarla..." dedi Redd kulaklığımda. Sağ olsun, hayatımın fon müziğini hep iyi tutturuyorlar. Dağılmadılar, ayrılanlar oldu. Her neyse.
...
Evde, birbirine geçmiş muzların sarı, beyaz ve yeşil renk cümbüşü görüntüsünü ve baş döndürücü kokusunu hazmederken amcayı düşündüm.
Bütün samimiyetimle aylardır oradan, diğer yerlere göre pahalı olmasına rağmen sırf onlar için alışveriş yapıyordum. Samimiydim. Emek veriyordum.
Karşılık beklediğim de yoktu.
Kötülük geleceğini düşündüğüm de...
...
"Sonra da dans edelim...
Sonra da dans edelim...
Modern adımlarla."
Amcam alabildiğine modern bir çalım attı bana. Ben ise İsa'dan bile önce var olan insanların o "yeni" bakışı ile kalakaldım sarı, yeşil ve beyazın içinde.
Modern adımlarla...

5 Ekim 2014 Pazar

2014 FIBA Kadınlar Dünya Basketbol Şampiyonası Hatırası

Torunlarıma hatıramdır!

Özene bezene bir ton para sayıp iki kombine gibi bilet alan ben sadece koskoca turnuvada iki maçı izleyebildim.
Biletleri kaybettik. Ve biliyor musunuz? Biletleri kaybettiğiniz zaman Biletix'in sizin için yapabileceği herhangi bir güzellik ya da kolaylık yok. Çaresizce biletinizin ve paranızın yanışını televizyondan izlemek zorundasınız. Neyseki biletleri bir maç sonra bulduk. Sorun kalmadı. Biletix'e muhtaç etmesin tanrım.
Her neyse.
Sıkıcı birkaç maç ve sonrasında zaten ilgisiz ve salona hiçbir sevgi sunmayan milli takım.
Ankara seyircisini sevmem, yenenin yanında olur ve yenileni satar. Belki de o yüzden takım o kadar soğuktu bize, bilmiyorum.
Yine her neyse...
Az önce de yarı finalde İspanya'ya elendik zaten. Final oynasak iyiydi. Sağlık olsun. Üçüncülük de güzel bir durum olabilir.
...
Bu turnuvadan öğrendiğim bayan basketbolunun ilgimi çekmediği...
...
Euroleague başlasaydı, iyiydi.

2 Ekim 2014 Perşembe

Kim Ki-Duk, yeni bir dost.

Keşke bu yazıyı Kore diline çevirebilsem.
Çevirebilen arkadaş varsa vallahi süper olur.

Birkaç sene önce Değerlime önerilen bir film olarak tek başıma izlemiştim İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar'ı. Vurulmuştum. Benim için film denen "şey" öyle bir "şey"di.
Gözlerim, zihnim, insanlığım ve ruhum doymuştu.
Sorgu, sorgu, sorgu, sorgu...
Muhteşemdi.
...
Geçtiğimiz hafta ameliyat olamayacağımı öğrenince deliye dönüp eve gelip beş Kim Ki-Duk filmini peşpeşe izledim. Altın vuruş oldu benim için.
O günlerden sonra ayaklarım yerdeydi ama ruhum gökyüzünde bir yerde huzurla düşünüyordu.
Saygıyla karışık bir muhabbet var artık içimde sevgili Kim'e karşı.
Yeni bir dostumuz var sevgili blog, Kim.

Benim en sevdiğim ve artık en sevdiğim film diye söyleyebileceğim film Rüya'ydı.
Sebeplerini şöyle göstereyim.
Baş roldaki Odagiri Joe Değerlim'e çok benziyor bu profilden.
Bir de tuhaf tarafı şu ki esas oğlan bütün film Japonca konuşmuş, esas kız ise Korece... Ben tabi bunu fark etmemişim. Ne tuhaf değil mi?!


Ve tabi sevgili dostum Kim'in değerli açıları...


Budizm vurgusunu da unutmayalım. Muh te şem!


Küçük küçük ayrıntıları izlerken ihmal etmeyin.




Bu film bittiğinde şöyle bir durdum. Yeniden başladığımda artık bu filmi izleyen bir insandım.
...
Haftaiçi dayanamadım tekrar başladım izlemeye. Bu kez Arirang.
Arirang üzerine konuşmak yersiz. Seneler sonra yaşamak ve mutlu olmak için film çekmeye soyunan sevgili dostum Kim, insanlığı sorgulatıyor küçük bir dağ köyünden. Hâlâ orada.
Belki sadece şunu eklemeliyim, Rüya'daki intihar sahnesi bol bol konuşuluyor Arirang'da. Kim'in, sevgili Kim'in duygulanımı büyük.

Sevgili dostum Kim, ruhunda taşıdığın erdemli sancılar seni hep daha insan yapacak. Keşke biz de olsak... İyi ki varsın.


30 Eylül 2014 Salı

Doğan Duru için yazılmış küçük bir not.

Bu bir mektuptur.
En azından şimdilik o niyetle yazıyorum.
...
İlkokul yedinci sınıftaydım ilk kez dinlediğimde. E-posta yoluyla küçük bir muhabbetimiz olmuştu. Kırıkkale'ye gelmelerini istemiştim. Organizasyon şirketleri olduğunu ve onların ayarlaması gerektiğini söylemişti. Üzülmüştüm. Ama en azından cevap vermiş olması beni mutlu etmişti.
O yıllardan bu yıllara hep bir yerlerden bir şekilde müziklerini duyup dinleyip "Allah'ım, nasıl olur da böyle güzel şeyleri yaratabilirler." deyip durduğum bir grup olarak kaldılar. Dünyaya bakış açıları, duruşları ve o sözler... Ah o sözler.
Üniversitede şenliklere hiç gelmediler. Konser haberlerini hep konserden bir gün sonra aldım.
Şimdi mezun oldum. Bir öğretmenim. Çok şükür param var. Neyseki (!) vaktim yok. Neyseki o vakti bulacak gücüm var. Ancak konsere gitmeye korkar mı bir insan?
Korkum şu sevgili Doğan, Doğan Duru, Doğan Abi, Sayın Duru.
Evet! Nasıl hitap edeceğimi ve tesettürlü bir insan olarak nasıl karşılanacağımı bilmiyorum. Evet o konsere gelirsem, seni/sizi görmeden gitmem. Çocuğum sana/size benzesin diye nasıl fotoğraflarına bakacaksam, bebeği görmeye gelme sözü isterim. Ancak bütün bunları yapmak için nedense bir korku var.
Hadi o ince zeka bana bir şey söyledi ve ben kırıldım!
Bu korku nereden geliyor?!
Hiç bilmiyorum.
Böylesi sevdiği bir sanatçıdan korkar mı insan?
Korkacak herhangi bir sebep de ortada yokken...
Kafayı yemedim sevgili eski dostum.
Sen bilmesen de on üç yaşımdan bu yana tam on bir yıldır ben senle yaşıyorum her duygumu. Öylesi hayatımın içindesin ki verdiğim kararlara dair yapacağın olumsuz bir eleştiri beni allak bullak eder. Küçük bir ilgisiz hareket yok eder.
Ergen ruhu ile yazmıyorum bunları. Eski dostunu seneler sonra görmüş ve onu hayal kırıklığına uğratmaktan korkan bir dost korkusu ile yazıyorum, sanırım.
Her neyse.
Ben önce nasıl hitap edeceğimi bulayım. Konsere gelmesi, tanışması belki de kolay olur.
Sevgiler Doğan, Doğan Duru, Doğan Abi, Sayın Duru.
Çok büyük sevgiler.

28 Eylül 2014 Pazar

Müslüman bir eşcinsel.


"Allah'a inanıyorum.
Onun varlığına, birliğine ve bize bahşettiği her şeye... Peygamberine, meleklerine, kitaplarına...
Beni nasıl yaratmış olduğuna... Beni yaratmış olduğuna... Beni yaratmış... Beni..
Çocukluğumdan bu yana fark ettiğim bir farklılığım vardı. Diğer erkekler gibi kızlarla ya da annemle ilgilenmiyor, onlara dair bilgileri merak etmiyordum. Farklıydım. Ergenliğe girince daha da belirgin bir fark oluştu arkadaşlarla aramda. Kimseye açıklayamadığım tuhaf bir güdü vardı içimde.
Ağlamam bir şey ifade etmiyordu. Kimse hiçbir şey anlayamazdı.
Üniversitede bu farklılığın sebebini araştırma ve bunu kabullenme şansı buldum. Kampüse girdiğimde beni ötekileştirmek yerine farklılığımla tat bulan bir dünyanın içine de giriyordum. Artık ağlama konum değişmişti. Benim farklılığımın dünyaya dair olmadığını görüp kahroluyordum. Beni böyle yaratan Allah'a şükürler olsun, isyan etmiyorum. Beni anlamayanlara isyan ediyorum. Dünyada Allahlık oynayanlara isyan ediyorum.
İnandığınız, çok sevdiğiniz, taptığınız ve benim de bütün bu duygularla yaklaşıp uğruna secdeye vardığım tanrım beni böyle yarattı. İnandığınız, çok sevdiğiniz ve ondan ötürü yarattıklarını hoşgördüğünüz Allah'ınızın yarattığı ben'i, biz'i nasıl hor görürsünüz? Nasıl yargılar ve yaftalarsınız?!
Artık rahatlıkla söyleyebilirim, eşcinselim. Müslümanım. Bu benim Allah'a olan inancıma bir tesirde bulunmuyor. Lut kavmini de Kur'an'da geçen diğer helak olmuş toplumları da biliyorum. İşin aslını biliyorum. "Yaşamak oyun değil arkadaş. Dünyaya gelmenin bir bedeli var... Sevgi insanların hamurunda var."
Sapkın değilim. Azgın değilim. Günahkar değilim.
İşin içinden çıkamıyorum.
Sizden ve dünyanızdan vazgeçmek istesem de Allah'a inanıyorum.
Onun varlığına, birliğine ve bize bahşettiği her şeye... Peygamberine, meleklerine, kitaplarına...
Beni nasıl yaratmış olduğuna... Beni yaratmış olduğuna... Beni yaratmış... Beni.."

26 Eylül 2014 Cuma

Düğün müziği.

Merhabayın.
Düğünümde çalacak müziği buldum. Hem de tuhaf bir tesadüf ile.
...
Bakın ne yaptım.
...
Bir ses olsun dedim. Kendi kendime. Sadece bir ses.
Bir ses... Mono... Yazdım gugılcığıma "mono" diye.
Ne çıktı dersiniz?
Bir grup. Japonya'dan bize seslenen bir grup. Bir bakayım a dostum, dedim. Bakınca şarkıların isimleri çok sıcak geldi. Halo, Yearning, Are you there?, Moonlight, 2 candels 1 wish, For my parents vs vs.
Favorim Halo.
Şimdilik konuklarımız düğünümüzün ya da nikahımızın ya da herhangi bir kutlamamızın yapılacağı yere gelirken bu grubun kalbinden çıkan sesi duysunlar istiyorum.
Eğer damat da evet derse oldu bu iş.

Bakın bir de şu çok huzurlu:



Görüşleriniz her zaman değerliydi biliyorsunuz. Düğüne çok var demeyin. Görüşlerinizi bekliyorum.

15 Ağustos 2014 Cuma

Fasülye

Seneler önce henüz lise çağlarımdayken her fırsatta bir yerlere bir şeyler karalar ve insanların bunlara "şiir" demesine bayılırdım. Bu hevesim üniversite yıllarıma dek sürdü. Ta ki Değerlimle ve onun Şair arkadaşı Memet Yekta Yıldız ile tanışana dek utanmadan karaladım. Sonra utandım ve kalemi bıraktım.
Şair olmak için değişmez üç vasfın üçü de bende yok: İki isimli olmak, erkek olmak ve Doğu kültüründe yetişmek. Tek ismimle ve "kadın" başımla Ankara'nın bağrında ne yazabilirim ki! Burada cinsiyet ve kültür ayrımı yapmıyorum, anladınız siz.
Kendimi "şair" sandığım o dönemde "Sâlâm okunmasın" diye bir şeyler karalamıştım. Yazımızın asıl konusu da bu karalama zaten.
Hani ben ölünce bir de o "ses"le sevdiklerim yıkılmasın falan... Dün aklım başıma geldi.
...
Sâlâ da ne deniyor?
...
Çoğumuzun çok önemsemediği bir mevzu olabilir ama benim kafama takıldı.
Her duyduğumda içime karanlıklar gelen bu seda meğer Müslüman aleminin peygamberine övgüden ibaretmiş. Bir ölüm haberi verilmeden önce peygramber neden övülür? Eğer alemlerin sultanı, Allah'ın habibi ise... Bunu düşünmeyi size bırakıyorum. Sonuçta herkesin inancı kendine.
Bu bana çok kutsal geldi. Ölümü haber vermeden önce peygamberini hatırlatıp onu överek anmak...
...
Ve seneler önceki küstah "şair" bozuntusuna dönüp şöyle diyorum: Peygamberin övülürken sen kimsin ki okunmasın dersin?! Kır o kalemi! Kes o dili! Utan yazdıklarınla! Kapanan içini aç o güzel övgülerle.
...
Neyseki artık bir sâlâ okunsun isterim. İsteme lüksüm yok. Sâlâ okunsun, diyemem. Okunur.
...
"Ey Allah'ın elçisi Salat Ve Selam Senin Üzerine Olsun

Ey Allah'ın Sevgilisi Salat ve Selam Senin Üzerine Olsun
Ey Allah'ın Peygamberi Salat Ve Selam Senin Üzerine Olsun
Ey Allah'ın Arşının Nuru Salat Ve Selam Senin Üzerine Olsun
Ey Allah'ın Yarıtılanlarının En hayırlısı Salat Ve Salam Senin Üzerine Olsun
Ey Öncekilerin Ve Sonrakilerin Efendisi Salat Ve Selam Senin Üzerine Olsun
Hamd Alemlerin Rabbi Olan Allah içindir." deniyor.

...
Hamiş: Memet Yekta Yıldız bütün bu yaşananlardan habersiz yaşamına Elazığ'da devam etmektedir. Pıtırcıktır.

8 Ağustos 2014 Cuma

Şaşkınlık

Şimdi mesela yüzyıllar öncesinden biri oturmuş yazmış da yazmış.
Kendi diliyle.
Sonra sen gelmişsin yüzyıllar sonra oturmuş okuyorsun.
Kendi dilinde.
Bu çok kutsal değil mi?
O kelimeleri yazan kalem tutan elleri hayal et. Yazılan oda. Hava senin hayalinde de kapalı mı? Yazan adam neden takım elbiseli zihnimde? Şimdi nerededir?
Bu çok kutsal bir sorgu.
Adam yazdıklarıyla geliyor yüzyıllar öncesinden, odama kuruluyor.
Hoşgelmiş.

7 Ağustos 2014 Perşembe

Yakup Kadri'ye dair birkaç söz

Lise yıllarımdan bu yana Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile aramızda sıkı bir bağ var. Bu bağın nereye ve nelere dayandığını ise henüz Ankara romanını okuyunca fark ettim. Büyümek, her yazımda üzerinde bolca durduğum büyümek işte burada belli etti kendini. Lise yıllarımda okuduğum romanlarını yeniden okumak hem onu yeniden tanımama hem de yeni görüşlerimle daha yeni düşüncelere yelken açmama yol açtı. İyi ki de açtı.
Kurtuluş'taki Hakkârili sahafımla Yakup Kadri ile ilgili konuşurken "güzel tespitleri var" diyerek bir cümlede bitirmiştik ona dair düşünceleri. Ama şimdi bir cümle ile geçmemem gerektiğini fark ediyorum.
Kitabı size, her birinize açıp teker teker okuyasım ve her cümlesini severek "Bak ne güzel de bulmuş ayrıntıyı." diyesim geliyor. Keşke böyle bir imkanım olsaydı.
Bütün romanlarında, bildiğimiz Yakup Kadri betimlemeleri ve üslubu var. Okuyanlar buna tamamen hakimdir. Ancak Ankara romanında artık bazı tespitleri o kadar yukarılarda ve o kadar değerli ki kitabın sayfalarını insanın öpesi geliyor.
O yıllardaki Ankara'nın durumu, İstanbul'a gelen bir insanın artık Ankara'dan kopamamasının sebebinin ta o yıllardan net ve kesin bir şekilde ortaya konması, insanların duygudurumları tasviri, bizim şimdi bile yakındığımız o yozlaşmanın akıl almaz hızda olduğu durumunun o yıllardaki vehameti... Kısaca o döneme ait her şey, aklınıza gelebilecek her şey.
Belki de çocuğunu bu romanları lise ya da ilkokul yıllarında okuyup bitirdiniz ancak bir kez de şimdi okumanızı öneririm. Ankara adlı romanı bir kez daha okuyun ve bu kez o lezzetin olgun halini görün.
Kurtuluş Savaşı ve sonrasına eleştirel bakışı, bu bakışın inceliği ve şairaneliği... Bütün bunlara küçük cümlelerle eklenen tespitler.
Hem o yıllarda "kadın olmak" konusunu da ne kadar güzel anlatıyor.
Dayanamayacağım.
Okuyun derim.
Benim son bir senedir İletişim Yayınları'ndan çıkan basımlarını Nato Yolu Caddesi'ndeki kırtasiyeden alıp tamamlamaya çalışıyordum, henüz daha yeni yeni okumaya başladığım bu romanlar bence altın değerinde.
Okuyun derim (2).
Hayranlığımı anlatamamış olmanın verdiği doymamışlık duygusuyla güzel bir gün diliyorum.
İyi okumalar.

30 Temmuz 2014 Çarşamba

İki Lafa

Athena hayranlığımı bilen bilir. Her ne kadar bu hayranlığım 12 Dev Adam’ın biricik şarkısını yaptığı o yıllarda başlasa da Athena aslında hayatımın her anına dokunan şarkıların sahibi bir grup. Hele ki Hakancığımın geri vokalleri… Hayatımın fon müziğinin geri vokal sesi, tombalak.
                Her neyse.
                Ben yine büyüyorum. En azından sorunların altından büyüyerek kalkmaya çalışan ve dört elle dünyaya sarılmaya devam eden fani bir yaratık olmaya devam ediyorum. Faniyim, unutuyorum. Sarılıyorum dünyaya, unutuyorum. Neyseki yaratıcımız bol bol hatırlatıyor gidici olduğumuzu. Çok şükür.
                Birçok şey peşpeşe olur hep. Birbiri ardına yumruklar gelir ve etrafında birilerini arar zayıf ve büyümeye başlayan genç yetişkin. Sonra, Ericsson’un gelişim evrelerinden birine takılıp kalabalığa karşı yalnızlığı tercih eder ve görür ki evet yalnızlıkta huzur vardır. Yıllardan arta kalan dostlar yalnızlığı bozmaz, bu burada dursun.
Her neyse (2).
Peşpeşe olur ve hep böyledir. Bir sorun varsa ikincisi de mutlaka gelir. Üçüncüsü, dördüncüsü… Sen “Ne oldu hacı?!” diyene dek bu devam eder. O tuhaf ünlemi kurduğunda ise zaten nakavt olmuşsundur.
                Yeniden doğuş ise barışma sevişmesi gibidir. Sevişme mi dedim?! A a! Tesettürlü ve dindar bir “kız” nasıl olur da yazısında buna yer verir. Üstüme iyilik sağlık! Kapat o kapıyı, kapat!
                Sosyal mesajı kes!
                Nakavt olma durumundan kurtulmak aslında o kadar da zor değildir. Hatalarını önüne koyup nasıl telafi edeceğini bulduktan ve acılarını nasıl deneyime çevireceğini keşfettikten sonra işlem tamam. Bir bakmışsın “anne” olmuşsun. Bir bakmışsın “eş” olmuşsun. Bir bakmışsın “olmuş”sun. Ama o kadar kolay değil. Oldum sanma, bu en büyük aptallık. Her zaman daha kötüsü de vardır daha iyisi de. Neyseki ortada takılmak her zaman iyidir ama bir taraf seçmen gerekir. Bu taraf seçme mevzusu neyseki konumuz değil.
                Hatalar yaptım. Kalpler kırdım. Kırıldım. Unuttum. Unutuldum. Gidenin ardından ağladım. Gidenin ardından yine ağladım. Dua ettim. Yine dua ettim. Pişman oldum. Üzüldüm. Özürler diledim. Özürler bekledim. Gidenin gelmeyeceğini anladım. “Toprağın alması”nın ne demek olduğunu gördüm. Yine yine yine.
                Sonra ne mi oldu?
                Oldu işte.
                Her şey bir şekilde yoluna giriyor, hayat devam etmek zorunda. Sen sevdiğinin koluna girip ufka doğru yürümek zorundasın. Durup ardına baktığında yürüdüğün yolun kısalığından korkarsan eyvah sana! Neden arkana baktın ki yanında sevdiğin varken?
                Hatalar yaptım. Kalpler kırdım. Kırıldım. Unuttum. Unutuldum. Gidenin ardından ağladım. Gidenin ardından yine ağladım. Dua ettim. Yine dua ettim. Pişman oldum. Üzüldüm. Özürler diledim. Özürler bekledim. Gidenin gelmeyeceğini anladım. “Toprağın alması”nın ne demek olduğunu gördüm. Yine yine yine.
                Sonra ne mi oldu?
                Oldu işte.
                Sevdiğimin koluna girip ufka doğru yürüdüm. Muhteşem bir manzara karşında değil de yanında olunca, anlıyorsun. Oluyor işte. Bir şovalye var içinde.
NOT: Athena’nın “İki lafa düştün ortaya” şarkısına gönderme yapma planım karalamamın ikinci paragrafında unutuldu. Bu keyifli şarkı da benden hiç yıpranmamışlara selam olsun.
İyi tatiller. Güzel Ramazanlar. Kolay gelsin. İyi geceler. Günaydın. İyi günler. Hayırlı işler. Görüşmek üzere. Bella Ciao.

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Kosinski ile tanışmam onuruna bir yazı

Kurtuluş'taki Hakkârili sahafım gidecek diye korkarak yaptığım alışverişimde en beğenerek aldığım parçalar Kosinski'ye ait üç kitaptı. Adımlar, Bir Yerde ve Kör Randevu.
Sonradan kitapların kapaklarındakii cinsel tasvirleri fark etmem tesettürlü bir "hanımefendi"nin kitap alışverişini herhangi birinin görüp görmediğini düşünmemi sağladı. Sonra da şöyle dedim: Çok takılıyorsun. Bırak düşüncenin özgürlüğü toplumsal ünvanının ve görünümünün üzerine basıp geçsin. Bırak dostum.
Aslında E Yayınlarından çıkmış ve benim doğduğum sene benim aldığım dördüncü baskısı yapılmış kitabın içeriğiyle ilgili değil de öncelikle kitabın sonundaki şu "reklamlar" kısmı ile ilgili yazmak istiyorum.
Hâlâ devam eden bu gelenek beni çok rahatsız ediyor. Kitabın içinde o kitabın başkaları tarafndan övülme cümlelerini okumak çok rahatsız edici. Yazara haksızlık! Adamcağız/kadıncağız yazmış güzelce, bırak kelimeleriyle kendi reklamını yapsın; kitabın sonuna ya da başına ya da kapağına ya da her neresine olursa olsun övgü cümleleri yazmak da nedir. Yazar yazmış ama bak o kadar beğenmediysen seni ikna etmek için gazetelerden cümleler aldık falanlar filanlar. Çok saygısızca buluyorum.
Kosinski için de bu geçerli.
Yayınevlerine duyrulur.
...
Gelelim asıl meselemize.
Aslında kitabı okurken önce rahatsızlık duydum. O kadar sade ve net bir dil kullanmış ki yazar bu rahatsızlığım kısa sürede tespitlere hayranlıkla son buldu. Günümüz ya da o günün insanının içgüdülerindeki yozlaşma ve bayağılığı o kadar çarpıcı ve kendi halinde anlatmış ki şaşkınlıktan kitabın bittiğini anlamadım.
Kitapta şiddet ve cinsellik ögeleri olabildiğince rahatsız edici geldi bana, henüz bu tür toplumbilim içeren kitaplar okumayan biri olduğumun altını çizmeliyim. Ancak bu ögeler, şarkıcıdan bozma yönetmenlerin çektiği romantik filmler gibi kanırtmıyor duyguları. Kosinski net bir şekilde anlatıyor ve bırakıyor seni. Düşün diyor, sen biraz düşün.
Polonyalı olması her ne kadar insanların nerede doğduklarına önem vermeyen bir insan olsam da kendine yaklaştırdı beni. Polonya son altı senedir kardeş ülke benim için, bu sempati oradan.
Ancak yazarın kitaplarını yazdığı dönemde Polonya'da değil de Amerika'da olması ve Polonya'nın o dönem komünist yönetminin buna sıcak bakmadığını söylemesi ayrı bir konu üzerinde düşünülmesi gereken.
Yazıma son vereyim. Son verirken de bence kitabın en değerli paragrafını size alıntılayayım. Son birkaç aydır alabildiğine sorguladığım ve içinde boğulduğum gerçekleri küçücük bir paragrafta bir "zenci" üzerinden anlatıveriyor.
Yeni dostumuz belli: Kosinski. Dostlarımın en siyahı.
"Mucize sonucu olarak onların dilini konuşmam, derimin rengini, kafamın biçimini ve saçlarımın görünüşünü değiştirmem mümkün olsa, onlardan biri haline dönüşürdüm. Böylece ne olduğum ve ne olacağım görüntüsünü kendimden uzaklaştırabilirdim; bana aşılanan kanun korkusundan, başarısızlık saplantısından ve başarı simgelerinden kendimi kurtarırdım; sahip olma hayallerini, edinilen kullanılan, tüketilen her şeyle birlikte "aidiyet"i ispatlayan her şeyi -tasdikname, unvan, diploma- ortadan kaldırırdım. Böyle bir değişim geçirdikten sonra da, yaşamakta başka şey seçme olanağım kalmazdı."

20 Temmuz 2014 Pazar

Eğer bir gün yazdıklarım olursa yanımda ol.

ÖNSÖZÜMSÜ NOT: Bu yazıda geçecek olan “kör” kelimesi görme engelli bireyleri kastederek hakaret etme amacı taşımamaktadır. Yazı içerisinde var olan kaygı ve elemi en iyi ifade edecek kelime “görme engelli” tamlaması değil “kör” kelimesidir. Bu nedenle kullanılacaktır. Bir zihinsel engelliler öğretmeni olarak bunu buraya not düşmek boynumun borcuydu. Sevgiler.
                Beni bahar aylarında bir kez görmüş olan bilir. Güneş alerjisi beni mahveder ve gözlerimi bazen hiç açamam. İltihap akması, göz kuruluğu, görememe… Bir çok tuhaf şikayetle en sevdiğim mevsim geçer gider. Ve ben böyle durumlarda hep düşünürüm: Şimdi iyi kötü bir şekilde görüyoruz kısmen kör bile olsam. Peki ya bir gün hiç göremezsem? Zorlaya zorlaya kitap okuttuğum bu gözler bir gün “Haydin görüşürüz!” derse.
                İşte bu aralar bunu düşünüyorum.
                Bir de aldatmak üzerine düşünüyorum ama o başka bir yazının konusu olsun.
                Eğer bir gün kör olursam evet göremediğime üzülürüm. Üzülürüm ama her şeyi değil.
                Haberler, tacizler, kötü şekilde yerine getirilmiş sorumluluklar, mutsuzluklar… Bunları göremediğine kim üzülür ki?!
                En çok O’nu göremeyeceğime üzülürüm. Düşünsenize benim kör olmam, onun benim için ölmesi gibi bir şey. Herkes onu görebiliyorken ben göremiyorum! Var mı böyle büyük bir ceza dünyada! Herkes onun gözlerini, kirpiklerini, saçlarını, dudaklarını ve en mühimi ellerini görecek ben göremeyeceğim. Saçmalık!
                O bir film çekecek. Harika olacak, şimdiden biliyorum. Ama ben sadece dinleyeceğim. Benim için bir şarkıdan farksız olacak o koskoca film. Şarkıyı küçümsemek niyet değil. Filmi görmektir ya güzeli, dinlemek yetmez. Göremeyeceğim. Daha kaç film çeker kim bilir koca ömründe, ben hep dinleyeceğim. Dinleyicisi olacağım, izleyicisi değil.
                Ve tabi daha okunacak kitaplar bitmedi. Bu geyiğe girmek istemem. Ama kör olup da kitabımı başkalarının okumasını kabullenmem zaman alabilirdi. Geçelim bu konuyu, içim bir tuhaf oldu.
                Arada sırada gelen yeni yerler “görme” isteğim diye bir şey kalmayacak kör olursam. Yeni yerleri hissedeceğim, koklayacağım ya da duyacağım. Görmek? Yok. Toprak istiyordum ya hani?! Gözüm doysun diyordum kahverengiye. Doymayacak. Aç kalacağım kahverengiye, yeşile, sarıya. Mavi? Bilmiyorum onu.
                Yürürken?
                Gözlerim açık olacak. Birileri görecek onları, beni. Bakacaklar. Ben? Göremeyeceğim.
                İbadetlerim eksik, kitaplarım sesli, dünyadaki her şeyin görüntüsü yok olacak benim için.
                Ve yıllar sonra en kötüsü başlayacak. Sevdiklerimin siluetleri yok olacak zihnimden. Birer ses olup kalacaklar aklımda. Nasıl göründüklerine fikir yürütemeyeceğim.
                Hayat böyle son bulacak.
                O zaman, yarım yamalak da olsa, görebildiğime şükretsem fena olmaz sanırım?


7 Haziran 2014 Cumartesi

Gece Hastaneleri

Her şeyi yaşadığını sanan bir insan aptalın tekidir.
Ne kadar yaşlı ya da maceraperest olursa olsun hiçbir insan dünyadaki her şeyi deneyip, yaşayıp ölmüş olamaz. Belki ilk insanlar, belki.
...
Tam da huzuru yakaladığımız, artık her şeyi yaşadığımızı sandığımız, dahasının olamayacağına inandığımız ve artık sadece evlilik gibi basit bir basamağı çıkıp sonrasında ölümü bekleyeceğimizi düşündüğümüz bir zamandı. Ne aptalmışız!
Sonra ne mi oldu?
...
Onkoloji hastanesinde sabahlamanın ne demek olduğunu öğrendik?
"Acil kapısı nedir?" sorusunun yanıtı olduk.
Oksijen maskesinin takılı olduğu makinenin sesinin şahidi olduk.
Kardeş Türküler'in Kara Üzüm Habbesi ile bir peçete eşliğinde ağlayarak halay çektik.
Kars'tan gelen minik minik dualara dost olduk.
Kilo verdik. Kilo aldık.
Sevdiğimizi tuhaf kokulu bir hastane odasında bırakıp karanlık hastane bahçelerinde "sadece" "köpeklerden" korktuk. 
Metro'nun Hastane durağından binip Ulus'a yaklaştıkça "daha dünyada" olduğumuzu gördük. Ki bu en adi durumuydu yaşamanın. Ne de çabuk unutulmuştu önceki duraklardaki hıçkırıklar!
Umut ettik. Yine yine yine.
...
"Sonra ne mi oldu?" demiştim.
Olan bir şey yok aslında. Birilerinin nöbeti var hastanelerde, hapishanelerde, yollarda, evlerde ya da tahmin edemediğim ve yaşamadığımdan emin olduğum yerlerde. Birilerinin nöbeti var. Yaşanıyor çatır çatır. Çat'ır çat'ır.
Oluyor öyle.
Olur öyle.
Olur, geçer.
...
Hayırlısı demeyi böyle öğrendik.

18 Mayıs 2014 Pazar

Hemingway Etkisi

Dünyada herkesin merkezi var. Merkezin özelliklerinin ne olduğunun ne önemi var, merkez işte.
...
Kayınpederimin rahatsızlığına dair yazmak saçma. Hastane izlenimleri benim derdim. Siz dua edin, gerisini bırakın.
...
Hastanede, komşu yatakta yatan bir amca var. Refakatçisi eşi. Tipik bir Anadolu kadını. Karstan, Ankara'ya bir umut ile yolculuğu gelmişler. Onkoloji'de sağlık arıyorlar.
Sevdiceğime okuması için götürdüğüm kitapları karıştırıp kendine ne bulmuş dersiniz bu şirin teyze?
Hemingway'in İhtiyar Balıkçı'sı.
Ne tuhaf.
...
Woody Allen'in filminde işlenen karakteri, cümleleri, üslubu. Gürül gürül adam. Ruhu şâd ola.
Bol bol umut var, demeye ne gerek var!
Eşi hasta olan teyzemin bu umut adamını seçmesi, "Bunu daha iyi anladım." demesi ne de tatlı.
...
Her dakika ölümü sorgulayan hastane ahalisinin ruh sağlığını, Kurtuluş'taki Hakkarili sahaftan alınan küçük bir kitap nasıl da serdi gözümün önüne.
...
Hemingway'in umudu yanınızda olsun. Hele ki böyle zor günlerde..

8 Nisan 2014 Salı

Rüya Yorumu

Merhaba.
Rüyamda seni gördüm.
Hamileydin.
Pembe bir kazak vardı üzerinde.
Özür diliyordun.
Ben ağladım.
Kaçtım senden.
...
Sen nasıl yorumladın?
...
Ben hâlâ affedici bir kalbim olmadığını fark ettim.
Bir de seni özlediğimi...
...
Hâlâ arkadaşlarla buluşacak olsak seni aramayı geçiriyorum aklımdan.
Sonra ölüme alışamamış zihinler gibi "Tabi ya!" diyorum.
...
Tabi ya!

3 Mart 2014 Pazartesi

Değerli Yazı Serisi 1 On Emir

Fark edeli çok oldu. 
Galatasaraylıysan Fenerbahçe'ye dair bir şey bilmeden de yaşarsın. 
Fenerbahçeliysen dr aynı şekilde, Galatasaray'ın ne yaptığı seni ilgilendirmez. 
Türksen bir Leh'in ne yaptığı seni bağlamaz. Aynı şekil tam tersine de geçerli. 
Müslüman isen Hristiyanlığı araştırmazsın. Ya da diğer dinleri. 
Diğerlerine kulağını tıkarsın. 
Sağcıysan solcu gazete okumazsın. Solcuysan da sağcı... 
Diğerlerinin fikirleri yoktur çünkü, düşünemezler. Halbuki sen düşünerek (!) Galatasaraylı, sağcı, müslüman ya da her neysen oldun, değil mi? 
Düşünmek ne kadar da zorlaştı artık.
...
Her neyse. 
Ben bir sosyal sorumluluk olarak bir şeyler düşündürür diye Tevrat'taki on emri Vikipedi denen pıtırcıktan kopyalayarak size sunuyorum. Yehova'yı okuduğumda daha ayrıntılı bir yazı yazacağım. 
Düşünün. 
Belki bir işe yarar. 
Musa aleyhisselama Sina Dağı'nda nail olmuş. Tevrat'ın 20. babında yer alıyormuş. (Bu muş'lar okuyup öğrenince kalkacak.) 
  1. Karşımda başka ilahların olmayacak.
  2. Kendin için oyma put, yukarda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın, yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın, onlara eğilmeyeceksin ve onlara ibadet etmeyeceksin.
  3. Yehova'nın, Rab'ın ismini boş yere ağıza almayacaksın.
  4. Sebt gününü takdis etmek için onu hatırında tutacaksın. Altı gün işleyeceksin ve bütün işini yapacaksın, fakat yedinci gün efendin Rab'e Sebttir. Sen ve oğlun ve kızın, kölen ve cariyen ve hayvanların ve kapılarında olan garibin hiçbir iş yapmayacaksınız. Çünkü Rab gökleri, yeri ve denizi ve onlarda olan bütün şeyleri altı günde yarattı.
  5. Babana ve anana hürmet edeceksin.
  6. Öldürmeyeceksin.
  7. Zina etmeyeceksin.
  8. Çalmayacaksın.
  9. Komşuna karşı yalan şahitlik yapmayacaksın.
  10. Komşunun evine tamah etmeyeceksin, komşunun karısına, yahut kölesine, yahut cariyesine, yahut öküzüne, yahut eşeğine, yahut komşunun hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin.

Düşünün. Çok tüketimden iyidir.
Belki de diğerlerinin ne düşündüğünü bilirsiniz siz de daha iyi düşünürsünüz. 
Sevgiler.