20 Temmuz 2012 Cuma

Konya'dan Sonra

Merhaba millet.
Türkiye'de görmediğim illerin sayısı gittikçe azalırken gelecektiki evimizin buzdolabına yapıştıracağımız "buzdolabı yapıştırmaları"nın sayısı gün geçtikçe artıyor. Bu tuhaf bir his.
...
Size buz gibi terasımızdan sesleniyorum. Son bir haftadır hasretiyle yanıp tutuştuğum muhteşem bir yerden... Değil Ankara'da, Türkiye'de böylesi serin ve de "üşüttürücü" yerler bulmanın zor olduğuna karar verdim son bir haftadır (2).
Kalın kalın giyinip size bunları yaz ortasından yazıyor olmak müthiş.
...
Çayım da ince belli bardakta. Artık böyle içiyorum. Daha lezzetli ve bana özgü oluyor.
Bir de kahvede çay içmenin adabı varmış. Çay tabağına değil masaya koyarmışsın çayı içerken. Yaa! N'aber? Bunlar hep entelektüel gaaave bilgileri!
...
Konya yazısı olacaktı bu aslında. Şimdi oluyor.

= KONYA =
İlkokuldaki defterlerime selam olsun.

Ani bir kararla geçtiğimiz pazar günü saat 16.00 otobüsü ile Kontur firmasını tercih ederekten düştük yollara. Hızlı tren kalacağımız eve çok uzakta diye, öğrenci kafası, iki saat daha fazla sürdürerek yolu otobüsle gittik. Hızlı tren hem daha hızlı hem daha ucuz diyordum ama öyle olmuyormuş işte.
Neymiş? Hılzı treni yapıyorsan adam gibi yere garını koyacaksın!

Pazartesi günü düştük yollara.
Konya aslında diğer sıradan Anadolu şehirleri gibi, yani insanları açısından. Aynı uzak ve uzaklaştırıcı bakışlar. Sıcağı da tam sıcak.
Her yeni il ziyaretinde yanıma aldığım küçük bir kağıtta gezilecek yerler, yenecek yemekler ve alınacak eşyaların listesi vardır. Bu listede yer alan ve sadece dolmuşla yanından geçtiğim Selimiye Camii'nin ancak böyle fotoğrafını çekebildim:

Mevlana ve Şems'in türbelerini ziyarete gideceğimizden ortama uygun giyinmek gerektiği uyarısını aldık. Ben en güzel "tesettür" kreasyonumdan bir parça seçtim. Aklınızda bulunsun. Bence mühim bir ayrıntı.
Mevlana'nın türbesine gitmek için birçok seçenek var. Biz Bosna'dan girek dolmuşla geçtik. Tramvay seçeneği de varmış.

Mevlana'nın türbesi, üzerine yazılan onca kitap ve kendisine ait eserlerin okunmasının ardından ziyareti en anlamlı olan yerlerden biri bence. Bilgilerle, orada yaşanan öykülerle dolu dolu gitmek bir başka oluyor tabi.
Onca büyük beklentilerin ardından Mevlana'nın kabrinin bulunduğu "odaya" girince tuhaf bir duygu oluştu içimde. İçeride onlarca kabir varken insanların o rahatlığı, o gürültüsü... İnsan oradaki ölümü, kavuşmayı, aşkı, edebiyatı... Hiçbir şeyi yaşayamıyor ki!
Ancak diğer bölümlerdeki müzeler.; kullanılan eşyaların, seneler öncesinden kalma eserlerin sergilenmesi aslında çok uzak sandığımız yedi sekiz yüzyıl önce yaşananların aslında çok da uzaklarda olmadığını bize gösteriyor.

Ayrıca Hazreti Muhammed'in (Peygamberimize salad ve selam olsun.) sakalının bulunduğu yerin yarattığı duygu bambaşkaydı. Çok uzaklardaymış gibi görünen yüzyıllar dedim ya... İnandığım dini anlatan kişiden kalan bir parçanın dahi yakınında olmak... Kendime yetecek kadar dini inancım var ve bu inanca dayanarak oradaki o yakınlık beni mest etti. Tavsiye ederim. Bir de Hac'ı düşünün siz. Vay lele!
Mevlana'nın kabrinin çıkışında küçük küçük odalarda orada yaşamış dervişlerin eşyalarının, o dönemin aydınlarının yazdığı eserlerin sergilendiği bir bölüm var. Bu odalarda balmumu heykeller dönemi gözler önüne sermek adına muhteşem bir fırsat sunuyor bence bu kültürü bilmeyen insanlara.
Hele ki bir dervişi öyle bir canlandırmışlar ki... Gözgöze gelme hissi sizi on yedinci yüzyıla dek alıp götürüyor.

Mevlana'dan çıktıktan sonra yakınlarda Şehitlik'e gidecektik ancak saat beşi geçtiğinden kapanmıştı. Şehitlik'e dair pek fazla bilgi edinemesem de Kore Savaşı, Kurtuluş Savaşı gibi birçok savaşta hayatını kaybeden şehitlerin anısına saygı için yapılan bir anıt olduğunu öğrendim. İnternetten gördüğüm kadarıyla görülmesi gereken yerlerden biri. (Kişisel kurallar gereği internetten gezi yazılarıma fotoğraf eklemiyorum. kendi çektiklerim daha lezzetli geliyor.)
Bu fotoğrafı ben çekmedim ama ben çekmiş kadar olacağım biri çekti. Şehitlik'in dışından bir görüntü:

Şehitlik'te mola verirken kutusunu üç liradan aldığımız ve sondan ikinci bursumuzu fazla sarsmayan ve Konya sarması olarak nitelendirilen ve aslında gofret olan güzel bir şekerleme yedik. Tuhaf bir cümle oldu ama tavsiye ediyorum. Bir de hurma şekeri var. O daha çok ağız dolduruyor ve daha çok mutlu ediyor tatlı isteyen yürekleri.
Bir şehir tanımak için içinde yürümek gerektiğine inanıyorum. Şehitlik'ten Şems'in türbesine geçerken de bu nedenle yürümeyi tercih ettik. Güzel de oldu.
Yoldaki meydanda gördüğümüz ve dönerek okunması zorunlu olan bir yazıya rastladık. Üzerine henüz araştırma yapamadım ancak hoş bir fikir gibi geliyordu göze de kulağa da. Şems'e giderken hüznü bir anlık unutmuş olduk.
Şems'in türbesi daha saygı doluydu. İnsanlar sessizce gelip dualarını edip gidebiliyorlardı. Küçücük bir camii içinde yer alıyor. Orada olup olmadığı belli değilken dahi O'nu yaşıyor olmak çok güzeldi.
Şems'in huzurlu türbesinden ayrıldıktan sonra Alaeddin Keykubat Camii'ne çıktık. Yol üzerindeki kahvede çay içmek sahiden çok hoştu. Çayları da güzel oluyor. Ancak buradaki tek sorun Alaeddin'e her yerde Alaaddin denmesi ve yazılmasıydı. (Ankara'daki Peyami Safa semtine Peyami Sefa denmesine benzetmedim değil.)  Tek sorun dedim de, o aslında yalandı. Bir sorun daha var. O da camii girişindeki çocukların taciz edici hareketleri. Ellerindeki pamuk şekerlerini satmak için taciz edercesine cümleler kuruyorlar. Tuhaf! Bir güvenlik görevlisi dahi yoktu.Alaeddin Keykubat Camii'nin içini rüyamda görmüşüm gibiydi. Sütunların sonradan yapıldığını öğrenince üzüldüm. Senelerdir duruyor gibi halleri vardı. Görülmeye değer bir camii.
 Alaeddin Keykubat Camii'nden çıktıktan sonra akşam üzerine gelen saatler karnımızın zil çaldığını da müjdeliyordu. Aslında tam tersi de olabilir. Konya denince akla tabi ki Etli Ekmek gelir. Ben birkaç yemek isminden oluşan kabarık bir liste ile gitmiştim ancak sadece Etli etmek, Mevlana Pidesi, Bıçak Arası denen yemeklerden yeme şansına sahip oldum. Havzan denen bir yere gittik. Masanın genişliğin bir metreden hesaplarsak masanın boyunu aştığından bir metre on santim uzunluğunda pideler konuldu önümüze. Sunuş şekli çok hoştu. Garsonlar koca koca tepsilerle geziyorları masaların etrafında. Konya'da pide öyle yenir gardaş. Zülbiye, Topalak, Libje Basta internet araştırması sonucu küçük kağıdıma not aldığım diğer yemeklerdi ama adı bile anılmadı. Gittiğinizde araştırın derim.

Görülecek yerler listesindeki bir diğer yer ise kat sayısını Konya'nın plaka kodundan alan 42 katlı Kule. Asansörle yukarı çıkarken kulakları tıkanıyor insanın. Neymiş? Asansörle yukarı çıkarken ağzın açık çıkacakmışsın!

Akşam çıkmakta yarar var. Sabah dümdüz bir şehirken, akşam ışıklarını takmış bir dansöz oluveriyor Konya. Çipil çipil eden ışıklar Ramazan'da göklere çıkan mahya ışıklarını andırıyor. Kafede hiçbir şey içmeden oturabiliyor olmak da ayrı bir güzellikti. Öğrenci aklım son iki ayını yaşıyor. Mazur görün.
Kule'nin ardından geç olan saatten dolayı evimize döndük. Ertesi gün Meram Bağları'nı görmek istesek de nasip olmadı. Güzel bir Buz Devri-4 keyfi yapıp ertesi gün çok erken olan otobüs saatimizi beklemenin daha zevkli olacağına karar verdik. Sekizinci kattaki evimizin püfür püfür esen balkonunda ciğer keyfi yaparak Konya'daki son gecemizin tadını çıkardık.
Konya Anadolu'da bir yerlerde birçok medeniyetin zamanında evi olmuş kendi halinde, güzel bir şehir. Yaşamak ister miyim diye sorduğumda hayır cevabını veriyorum ancak yine de ölmeden bir kez görülse kayıp olmaz. Yaşanan o yüzyıllara uzanma duygusunu yaşamak başka nerede mümkün olur bilmiyorum ama şimdilik benim için Konya'da mümkün.
Anadolu'daki diğer illerle kıyasladığımda aslında daha fazla olması gerekirken daha az tarihi eser olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca daha az turizm de söz konusu. Konya'nın daha çok tarih kokmasını bekleyerek gitmemden olabilir sanırım.
Konya'dan aktaracaklarım bu kadar.
Gidin görün. Burnunuz düşmez ya.
Gezmek iyidir.
Gezdiğin yerden anı biriktirmek daha iyidir.
Bu anıları herkesle paylaşmak candır.
Asıl can "Senin için kurban olsam ne yapardın?" diye şarkı söyleyen o büzülmüş dudaklardır.
Selam olsun.

8 Temmuz 2012 Pazar

Kadından Kentler

Merhaba KPSS'den çıkmış masum mezun. Merhaba yaz tatilinden gelmiş ve Selim Temo'nun Süleyman'ına dönmüş zengin insan. Merhaba tatile gidemeyen emekli ya da geriye kalan işsiz kardeş, sana kardeş dedim çünkü ben de aynı haldeyim. Merhaba şu an yeni bir şiir üzerinde çalışan yüce ruhlu şair. Merhaba Güneydoğu sıcağında çalışmak zorunda olan dizi emekçileri. Merhaba dünyadaki bu yazıyı anlayamayan kalabalık insan ordusu. Merhaba Amasya'daki üç kiremit demeti. Merhaba ben.
...
Küçükken adının tekerleme gibi olması dolayısıyla bir sempatim vardı Murathan Mungan'a. Sonraları sanal dünyadan yazılarını okur oldum, sitesindeki yazılardan vs. İnternet dışında ilk kez okudum sevgili dostumu. Dost diyorum çünkü kitabı okurken o yumuşacık dil aldı götürdü beni anlattığı diyarlara. Gözlerim kelimeleri okurken sanki yaşlı bir dedenin sakin sakin sesinden bir öykü dinler gibiydim. Huzurlu bir dili vardı sonuç olarak. Tanışmak bu kitaba kısmetmiş, mutlu oldum.
Öykülerin geçtiği iller kitabı daha hızlı okuma hevesi uyandırıyor insanda. Amasya, Diyarbakır, Samsun, Çanakkale... Çoğu öykünün geçtiği yerleri görmüş olmak tanıdıklık sağlıyor. Bir de o sakin, okşar gibi anlatım.
...
Kitaba başlayalı iki gün olmuştu zaten. Bazı kitaplar geç bitsin diye yavaş okunur.
Değerli bir dostum (Dostun değersizi olur mu?!) KPSS'ye gireceğini ve ona eşlik edip edemeyeceğimi sormuştu. Sabahın köründe iki kitap aldım yanıma, düştüm yollara. Gazi Güzel Sanatlar'ın bahçesinde saatlerce kitap okumak güzel oldu. Murathan Mungan'a o bahçede veda ettim, şimdilik.
...
Hayatımda şimdi onlarca kadın daha var. 

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Düşüş

Bir günde iki yazı paylaştığım ilk gün kutlu olsun! Ancak bu günü kutlamamıza engel olan cahil beyinler... Unutmayacağız, bizim çocuklarımız, torunlarımız da unutmazsa elbet anlaşılır derdimiz.
...
En büyük kuzenim ve tek evli kuzenim değerlidir. Bunu buraya neden yazdın demeyin, geliyor devamı. Sohbet ederken benim kitap seti almam konusunda konuşuyorduk. Niçe'nin bütün kitaplarını alamadığım için üzüldüğümü söylüyordum. Bana demişti ki: Ben de üzülüyordum ama boşa üzülme. Bende bir kısmı vardı, eşimde de diğer kısmı vardı. Evlenince birleştirdik ve bütün kitaplarına sahip olduk. Mühim olan kitap okuyan eş bulmak.
O gün düşünmüştüm kitap okuyan biri çıkar mı karşıma diye... Çıkıp çıkmadığını şimdi açıklamak sansasyonel bir haber olur akraba gündemimde. Bu nedenle bekliyorum.
Konuya geri dönüyorum. Kitaplığımda kendimce değerli kitaplar toplayarak çocuklarıma bırakabileceğim anlamlı bir "şey"im olsun istiyordum, tabi ki yeterli değildi. Ancak umutlarımı yeşerten katkılar sundu Değerli bana. Kitaplıklar birleştiğinde sanırım mükemmel bir birikim çıkacak meydana.
Bu birleşmenin adımlarından birini bugün okudum ve de bugün bitirdim. Muhteşemdi.
Camus'yü çok duymuş, adına çok yazı okumuştum ama hiç kendisiyle tanışmak nasip olmamıştı. Bu harika eserle merhaba demek kısmetmiş, iyi ki dedim.
Kitap kısacık olmasına rağmen içinde barındırdığı...
Saçmalamayayım. Koca Camus kitabını size oturup "Ay şöyle iyi, bak vallahi bir de böyle iyi." diyerek anlatacak halim yok.
Değerli ile konuşurken kendinden çok şey bulduğunu ve insanların çoğuna temas edeceğini düşündüğü bir kitap olduğunu söylemişti. Ne kadar haklı olduğunu gördüm. "Düşüş" öyle dokunuyor ki hayatınıza aslında ne kadar sıradan olduğunuzu fark edip rayların üzerinde gitmekten başka çareniz olmadığı hissini duyuyorsunuz. Öte yandan da uyanma isteği...
Ülkemizde uyanmak ne mümkün bilemem.
Bekle bizi Norveç.
...
Ha gelelim tavsiye kısmına. Tavsiye eder misin diye sormanız bile hata. Okumadan ölmemek gerek.
İyi okumalar.

Akıl Hastalarının İç Dünyası

Herkese uzun bir aranın ardından merhabalar.
Evet bu kitabı okumam uzun sürdü. Bence kitabı kitaplığımda keşfettiğim an okuyup blogda paylaşmalıyım dediğim için oldu, böyle olacağını da biliyordum aslında.
Her neyse. İtirafları bir köşeye atıp kitaptan bahsetmek istiyorum.
Kitabın arka kapağında da yazanları okursanız elinize alınca, aslında benim bu dediklerime hiç gerek kalmaz. Üzerinde basa basa duracağım tek şey akıl hastalarının kendilerinin yazmış oldukları öykülerden oluşuyor olması. Öykü değil de deneme ve hatta günlük dersem daha doğru olacak. Benim için muhteşem bir deneyimdi.
Psikoloji, insan ilişkileri ve davranışları konusunda ne kadar kafa patlatan biri olduğumu az da olsa biliyorsunuz, bu kitap bu nedenle bana oldukça doyurucu geldi. Ancak farklı bir deneyim arayan okuyucuların da hoşuna gideceğini düşüyorum psikoloji sevmemelerine rağmen.
Kitabı okurken Süper İyi Günler'i okuduğumda olduğu gibi "onlar"ın da bir iç dünyası olduğunu gördüm. Süper İyi Günler'de otizmli ve daha da genellersem zihin engelli çocukların da birer düşünme biçimleri olduğunu görüp mutlu olmuştum. Burada da akıl hastalarının görüşlerini okuyunca anladım ki her şey sadece benim derslerde gördüklerimle sınırlı değil. Karşımda terapist olarak gördüğüm kişinin benim tahmin edemeyeceğim sınırlarda olan düşünceleri de var... Muhteşem bir şey. Aslında farkında olduğumuz ama dile getirmediğimiz bir konu bu bence. Yani herkesin bir fikrinin olması, düşünce şeklinin olması.
Bölümün birinde şizofreni tanısı alan bir kadının iç konuşması çok ilgimi çekti: Doktoru ona farklı şekilde düşünmeyi öğrenmesi gerektiğini söylüyor. Kadın da bunun farkında fakat bunu nasıl yapacağını bilmiyor "Bir insan nasıl farklı düşünebilir?". Sahi, bir insan nasıl farklı düşünebilir? Ben düşününce bunun pek de mümkün olamayacağını gördüm ancak başarılamayacak bir şey değilmiş, değil de.
İşin özü lafın kısası birkaç klasikten de alıntı yapan bu kitap bence akıl hastalarına farklı bir açıdan bakmanızı sağlayacak çok hoş bir derleme.Derleyen Bert Kaplan başta olmak üzere seneler öncesinden bunları not alıp şimdi bizim bilimsel çalışmalar yapmamıza, düşünceler üretmemize olanak sağlayan yazarlara kocaman bir teşekkür etmek gerek.
Bazı bölümleri yazan kişilerin psikolojik durumlarından dolayı oldukça zor okunsa da genel olarak ilgi çeken bir konu olduğu için akıcı giden bir kitap.
Öteki Yayınları iflas etti diye duydum bir arkadaştan, eğer hala basılıyorsa ya da bu kitabı bulabilirseniz herhangi bir kitapçı da, bence müthiş olur.
İyi okumalar.