25 Haziran 2011 Cumartesi
"Tırşik"
Uzun uzun anlatmak istediğim çok şey olduğunda, biliyorsunuz, geceleri uyku tutmaz ve sarılırım kelimelere. İyi geceler şimdiden.
Üzerine sayfalarca yazı yazmak istediğim... Aslında kısa ve net anlatmak daha iyi, ne dersin?
Aşkın birilerini beklemek, birileri için acı çekmek ya da birileri uğruna hüzün dökmek olduğu lise yıllarında değilim.Fark etmem yirmi bir senemi aldı. Canım sağ olsun, daha da geç olabilirdi.
Şimdi aşk diş fırçalarına sığdırılmış şiirlerde...
Yok olduğun anda teriyle seni yaşama döndüren...
Hatalar uğruna acılar çekerken sarılıp hüzünlerini göğsüne döktüğün bir liman...
Liman...
Sorgusu, suali olmayan.
Şükretsem ölene dek her an, şükretsem.
Huzurum size de bulaşsa...
Not: Tırşik Kürtçe karışık anlamına gelmekte : )
11 Haziran 2011 Cumartesi
Toplumsal Kaygılar-1: Öğretmenliğin Kutsallığı
Malumunuz, finaller bitti. “Herkesler” evine gitti. Final sonrası rutin olarak diğer insanlar ne yapar bilmem ama ben son iki senedir evime gitmem. Zaten hep evimde olduğumdan değil. Farklı sebepler sunabilirim ama başka bir yazıya. Ben genelde finallerim bitince odamı toplarım, ardından notlarımı düzenler ve diğer notların yanına koyarım. Aman aman çok düzenli bir öğrenci olduğumdan ya da çok inek olmamdan vs değil bu. Bu sorumlulukla alakalı. Ki bu sene en çok bunu sorguladım durdum “eğitim-öğretim yılı” boyu.
Zihin Engelliler Öğretmenliği Bölümü ABD programının üçüncü sınıfında staj başlıyor. Bilenler biliyor. Ben bu sene iki dönemde de ayrı okullarda kaynaştırma uygulamalarında bulunmuş oldum. Benim biricik sınıfım da bulundu tabi. Bu uygulamalar esnasında öyle güzel deneyimler elde ettim ki sormayın gitsin.
Mesela şunu gördüm: Günümüz öğretmen adayları (Umarım sadece kendi sınıfımdakilerdir. Çünkü en azından azınlık oluyoruz böylelikle.) sadece paranın derdinde. Karşılarındaki öğrencinin ne kadar, hangi beceriyi öğrendiği umurlarında bile değil. Karşılarında aslında bir öğrenci olup olmadığı da umurlarında değil. Abarttığımı düşünmeyin. Staje gelmeyip dersleri geçen insanlar tanıyorum. En azından ben hiç görmedim onları. Her neyse…
Para için yapılacak bir meslek değil öğretmenlik. Kutsallığı parasından daha önde olan bir meslek. Bu zihniyetle bu bölüme gelen “çoğu” aslında karaktersiz, belirli bir hayat görüşü olmayan ve en mühimi de “insan” olmayan “tip”ler. Hepsi bu. Bunu gördüm. Bu sene bunu buram buram yaşadım. Gördüklerimden biri de şu: Bu mesleği yapmak için belirli erdemlere sahip olmalı insanlar. Bu erdemlere sahip olup olmadığımızı ölçen bir sistem yok. Bu erdemlere sahip olanla olmayanı ayırmaya çabalamayan hocalarımız var belki. Tabiî ki bütün suç onlarda değil. Ama üzgünüm. Sorumluluk sahibi olmayan bir adamın öğretmen olmasını sağlamak ne kadar bağdaşıyor bizim şu meşhur “etik”imizle? Aslında onlar da bir yerde haklı. Ama bu da ayrı bir yazının konusu.
Bir deste bunu tartışmıştık sınıfça. “Aptal idealist” olduğumu söylemişler ve sınıfta beni destekleyen birkaç kişi çıkınca şaşırmışlardı. Evet, idealistim, aptalım! Bu düşüncelerime, emekli olana dek ya da ölene dek sahip olmak için dualar ediyorum. Dualarımın tek sebebi; daha göreve bile başlamadan staj zamanında işini savsaklayan, öğrencilerine saygı duymayan, mesleğini anlamayan insanlara dönüşmemek. Tek dileğim bu.
Ha tabi yok mu “cillop” gibi öğretmen adayları? Var. Ama bir elin parmağını geçmiyor. Geçmedi. Geçecek mi bilmem. Umarım üzüm üzüme baka baka kararmaz.
Final sonrası “n. sendromu” diyebilirsiniz belki. Ama bu konu, kafamı çok kurcalıyor bu sıralar. Düşünsenize, bu “tip”ler gelecek nesle şekil verecek, geleceğe şekil verecek, Türkiye’ye şekil verecek, dünyaya şekil verecek. Üzgünüm. Bu konuda, umut verecek cümlelerim yok.
Bu mesleği hakkını vererek yapanlara selam olsun.
Öğretmenlik mesleğini hissedenlere selam olsun.
Bu yazımı anlayanlara selam olsun.
Aynı kaygıları paylaştığım “insan”lara selam olsun.
8 Haziran 2011 Çarşamba
Dokunmak
Bayan Falkenberg anısına…
“Artık salondaki piyanonun üzerine küstahça fotoğraflar koyacak kimse yok, ama piyano çalan da yok; son çalınışından beri öylece duruyor, susuyor piyano. Çünkü Bayan Falkenberg yok artık, ne kendine ne başkasına kötülük ettiği yok. Eski şeylerden hiçbiri yok. Övrebö’nün, o eski şenliğine, sevincine bir gün kavuşacağı, çok şüpheli artık.” -Knut Hamsun/Göçebe-
Sevmiyordu. Sevemiyordu belki de, bütün bu yaşananlar sevme çabasından ileri geliyordu kim bilir. Onun da üslubu buydu “sevemediği adamın” anlayamadığı…
Bir de “o” vardı, diğeri. Ki o özel olandı. O’nun uğruna ayaklar altına alınan kadınlık gururu, ki aşk için hiçbir önemi yoktu, bir ırmak kenarında yok etmişti onu. Belki de O atmıştı Bayan Falkenberg’i nehre, kim bilir. O’nun elleri, parmakları. Ki ben en güzel parmakları olan tanrının Zeus olduğuna inanırım. Fotoğraftaki parmakları sen ne sandın.
Piyano çalardı. Güzel, çirkin, hoş… Aklına ne gelirse çalabilirdi o şekil. Parmakları da güzeldi aslında. Kadının yüzü güzelse, her zaman parmakları da güzel, değil. Ama Bayan Falkenberg’in yüzü de, parmakları da güzel. Kadın güzeldi. Güzel bir nehirde, güzel bir geleceği eline alamadan, güzel haliyle ölmüştü. Ölmemişti aslında. Peki ne olmuştu?
Sevmiyordu. Sevemiyordu belki de, sevme şekli de böyle olabilirdi. Başka biri varmışçasına uzak durarak, yakınlığı hissetmesine izin vermiyordu “sevemediği adam”ın. Tutkusunu uzaktan daha güzel sunduğunu düşünüyordu belki. Belki piyano çalarak.
Ki ben Bayan Falkenberg’in Harput’ta “sevemediği adam”ı beklerken ölmesini dilerdim. Elinde Zeus’un tuttuğu ince belli bardaktan bir çay ile ölüverip kalsaydı beyaz, plastik bir sandalye üzerinde. Onu da kahvenin sahipleri bulsalar ve dokunamasalardı “sevemediği adam” gelene dek. Üç gün, dokuz gün. Ne önemi var. O güzelliğin cesedi bile çirkin kokmazdı ki. Üzerine yağan yağmurlar, parmaklarını ıslattıkça yeniden doğardı belki. Ne de olsa o bardaklara Zeus dokunmuştu.
Bir de “o” vardı. Belki de yoktu kim bilir. Belki de Bayan Falkenberg böyle seviyordu işte, sevme şekli buydu. Uzaktan, kimse bilmeden.
Zeus aşkına, doyalım o halde!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)