Bilgisayarı açtığımda bu kadar karamsar duygular içinde değildim. Karamsar derken, kötü değil, üzgün demek istedim aslında. Malum, bugün ilk öğretmenler günümdü.
Bugün sık sık ders esnasında kendimi düşünürken buldum. Nerdeyim? Ne haldeyim? Doğru bir yerde miyim? Doğru bir mesleği mi yapıyorum? Sorular sorular.
Birçoğunuzun kapısından içeri korkmadan giremeyeceği bir okulda öğretmenlik yapıyorum ben.
Sokakta görüp korktuğunuz ya da iğrendiğiniz ya da daha farklı duygular geçirdiğiniz insanlara size bağımlı olmadan yaşamayı öğretiyorum ben.
Farklılıkları çok farklı diye yadırgadığınız, daha yasalara bile tam olarak oturtamadığınız bir topluluğa hizmet eden bir öğretmenim ben.
Ben Zihin Engelliler Öğretmeniyim. Zihinsel Engelliler değil yani! Özürlüler değil yani! Ya da sizin kafanızda nasıl bir tanım varsa...
Benim çocuklarım hasta değil.
Benim çocuklarım deli değil.
Benim çocuklarım farklı değil.
Biliyor musunuz çoğu hepinizden daha kolay dört işlem yapıyor, iletişime geçiyor, yemek yapıyor, konuşuyor, saygı gösteriyor... Daha neler neler!
Bütün bunları aklıma getirince dedim ki: Kızım sen doğru yerdesin. Diğerlerinin farkında bile olmadığı bir işi yapıyorsun. İşinin manevi tatmini ne kadar büyükse o kadar mutlu olursun. Çoğu meslek kardeşin işin parasına baksa da sen buna aldırma. Sınıfa girdiğinde bir sen, bir öğrencin, bir de Allah kalıyorsa gerisini boşver. Sen doğru yoldasın.
Dedim.
Geçen hafta hiçbir öğrencim günümüzü kutlamadı diye çok üzülmüştüm. Bugün okula girer girmez bir bıdıklık sardı etrafımı.
Elinde bir karanfil, dokuz yaşındaki bir öğrencim "Örtmenim, örtmenler günü kutlu olsun." diyerek tutuşturdu elime. Öpmek için uzandı utanarak. Sıkı sıkı sarıldım. Motivem onun gülüşü zaten.
Ders çıkışı benden bir yaş küçük olan yakışıklı bir öğrencim bir gülle koştu yanıma. Beni beklerken solmuş, hüzünlü bir güldü ama veren yüz öyle büyük bir tebessümle bakıyordu ki bana...
Bir sonraki ders öğrencim gözlerimi kapattırdı, ellerimi açtırdı. Ben bir hediye beklerken ödevleri tutuşturdu elime. Bir aydır yapmayıp beni üzdüğü ödevlerini bugüne özel yapmıştı. Ona da sarıldım, sıkı sıkı.
Sonraki derste halk dansları öğrettiğim grubumdaki yaşları 18 ile 21 arasında değişen öğrencilerimden biri benim için şiir ezberlemişti. Biri benim öğretmen olduğumu unutmuştu. Biriyse annesinin aldığı parfümü getirmiş, herkesin içinde verdiği için üzgün, bana bakıyordu. "Ama biz bu günü unuttuk örtmenim" diyen sesler arttı bir anda. Yine de hepsine tek tek sarıldım. Onlar benim çocuklarımdı.
Bir sonraki ders günün anlamından, benim kim olduğumdan habersiz öğrencimle ses taklit ettik, kıyafet değiştirdik, spor yaptık, yine kıyafet değiştirdik ve sandviç yapıp yemek yedik, dişlerimizi fırçaladık... Gitti.
Dönütler geldiği kadar gelmediği günler de olacaktı. Bunu hatırlattım kendime.
Günlerdir göz kontağı kurma çalıştığım öğrencim geldi aklıma...
Umutlandım.
Sizin en yakınınıza göstermediğiniz sabrı biz her dakika öğrencilerimize sonuna kadar gösteriyoruz.
...
Çok mu karamsarım?
O zaman şimdi de mutlu yanlarını anlatayım size.
Üst dudağını ısırması gereken öğrencime fiziksel yardımla dudağını ısırtıp öyle kalmak için yüzünün aldığı şekli izlerken kahkahalarla gülüyoruz, hem o hem ben.
Yeni başlayan bir öğrencim ilk üç dersin tamamında ağladıktan sonra şimdi derste çikolataları o koca yanaklarıyla yerken ben keyiften mest oluyorum.
Selamlaşmaktan utanan öğrencimin "Utanıyorum gütmem gerek." demesini anlayışla karşılarken onun o koca adam duruşunun altındaki masumiyeti görmek çok keyifli.
Grup dersine ağlayarak girip dersin düzenini bozduğu için öğretmenin ilgisinden mahrum kalan dört yaşındaki öğrencinin "Özür dilerim ama çok üzgünüm." diyerek ağlaması hüzünlü olduğu kadar komikti.
Güldüğünde gözleri ters hilal olan bir öğrenciniz olsaydı siz de bu meslekten olmak isterdiniz.
Geçen diyaloğu yazalım: N: Neden beni öpmeye çalışıyorsun? Y: Çünkü eve geldik, ineceğim. N: Ama burası sizin eviniz değil. Gelmedik ki daha. Biri yalan mı söylüyor? Y: Evet. / Yani yalan söylemeyi bile beceremeyen öğrencilerinizin olması çok keyifli.
Sınıfta sizi şöyle bir yazıyla karşılasınlar istemez miydiniz?
Daha birçok şey sayabilirim.
Dersin başında beni tanımayıp, dersin sonunda bana aşık olanı mı ararsınız? Yoksa yüzüne ıslak mendil sürüldüğünde kahkahalarla gülenini mi?
Nice nicesi...
...
Bugün benim ve öğrencilerimin günü.
İyi ki varsınız benim akıllı bıdıklarım. Öğretmenliğim sizinle değerli.
24 Kasım 2012 Cumartesi
18 Kasım 2012 Pazar
Siz'deki Nefret Üzerine
Bir gazeteci doksan gün sonra memleketine dönüyor.
Bir ülke kendince sebeplerle bir ülkedeki insanları öldürüyor.
Bir ırk haklarını ararken diğerleri tarafından dışlanıyor.
Bir ülke siyasi sebeplerle insanları ölüme yolluyor.
Bir can neden olduğunu bilmediği bir savaş uğruna ölüyor.
Bir mahkum açlık grevine gidiyor son çare, onu dışlayanlar güdümlü at muamelesi yapıyor ona.
Bir kadın hergün öldürülen kadınlardan biri oluyor bir gün.
Bir bebek bu dünyaya doğuyor.
Bir genç bu dünyada büyüyor.
Bir yetişkin bu dünyada yaşıyor.
Bir yaşlı bu dünyada sonunu gözlüyor.
...
Kürtler'den nefret ediyorsunuz, İsrail'den nefret ediyorsunuz, Yahudilerden nefret ediyorsunuz, Abdullah Öcalan'dan nefret ediyorsunuz, Fazıl Say'dan nefret ediyorsunuz, Recep Tayyip Erdoğan'dan nefret ediyorsunuz, Kemal Kılıçdaroğlu'ndan nefret ediyorsunuz, Devlet Bahçeli'den nefret ediyorsunuz, Selahattin Demirtaş'tan nefret ediyorsunuz, ABD'den nefret ediyorsunuz, Amerikalılar'dan nefret ediyorsunuz, dizi karakterlerinden nefret ediyorsunuz, esmer insanlardan nefret ediyorsunuz, engellilerden nefret ediyorsunuz, sizden farklı olandan nefret ediyorsunuz, sizden çok bilenden nefret ediyorsunuz... Ediyorsunuz da ediyorsunuz.
...
Yukarıda saydıklarımla hiç empati kurdunuz mu?
...
Hümanizm denen bir düşünce sistemi olduğunu biliyor musunuz?
...
Sağ ya da sol diye ayrılmadan bir alternatifin daha olma ihtimali olduğunu biliyor musunuz?
...
Dünyada mükemmel insan diye bir şey olmadığı ve bu nedenle de sizin de mükemmel olamayacağınız gerçeğini biliyor musunuz?
...
Bu yazıya bir düşünce sinsin istemiyorum. Sorulara sorarak size düşünmek istediklerinizi düşündürtmek istiyorum.
...
Amacım önyargılarınızdan sıyrılıp tarafsız olarak olaylara bakmaya başladığınızda aslında herkesin masum olduğunu ya da olmadığını görmenizi sağlamak.
...
Hepsi bu.
Bir ülke kendince sebeplerle bir ülkedeki insanları öldürüyor.
Bir ırk haklarını ararken diğerleri tarafından dışlanıyor.
Bir ülke siyasi sebeplerle insanları ölüme yolluyor.
Bir can neden olduğunu bilmediği bir savaş uğruna ölüyor.
Bir mahkum açlık grevine gidiyor son çare, onu dışlayanlar güdümlü at muamelesi yapıyor ona.
Bir kadın hergün öldürülen kadınlardan biri oluyor bir gün.
Bir bebek bu dünyaya doğuyor.
Bir genç bu dünyada büyüyor.
Bir yetişkin bu dünyada yaşıyor.
Bir yaşlı bu dünyada sonunu gözlüyor.
...
Kürtler'den nefret ediyorsunuz, İsrail'den nefret ediyorsunuz, Yahudilerden nefret ediyorsunuz, Abdullah Öcalan'dan nefret ediyorsunuz, Fazıl Say'dan nefret ediyorsunuz, Recep Tayyip Erdoğan'dan nefret ediyorsunuz, Kemal Kılıçdaroğlu'ndan nefret ediyorsunuz, Devlet Bahçeli'den nefret ediyorsunuz, Selahattin Demirtaş'tan nefret ediyorsunuz, ABD'den nefret ediyorsunuz, Amerikalılar'dan nefret ediyorsunuz, dizi karakterlerinden nefret ediyorsunuz, esmer insanlardan nefret ediyorsunuz, engellilerden nefret ediyorsunuz, sizden farklı olandan nefret ediyorsunuz, sizden çok bilenden nefret ediyorsunuz... Ediyorsunuz da ediyorsunuz.
...
Yukarıda saydıklarımla hiç empati kurdunuz mu?
...
Hümanizm denen bir düşünce sistemi olduğunu biliyor musunuz?
...
Sağ ya da sol diye ayrılmadan bir alternatifin daha olma ihtimali olduğunu biliyor musunuz?
...
Dünyada mükemmel insan diye bir şey olmadığı ve bu nedenle de sizin de mükemmel olamayacağınız gerçeğini biliyor musunuz?
...
Bu yazıya bir düşünce sinsin istemiyorum. Sorulara sorarak size düşünmek istediklerinizi düşündürtmek istiyorum.
...
Amacım önyargılarınızdan sıyrılıp tarafsız olarak olaylara bakmaya başladığınızda aslında herkesin masum olduğunu ya da olmadığını görmenizi sağlamak.
...
Hepsi bu.
11 Kasım 2012 Pazar
İlk Kış
Merhaba okuyucu.
Karşında her zaman var olan umudundan eser olmayan bir insan var bu kez. Yavaş yavaş "hayatın gerçekleri" denen olguyu yaşayan biri var belki de. Ne kadar görürsek görelim o gerçekleri, her seferinde bir gerçek daha çıkıyor ileriki dönemeçten. Nereye kaçsan olmuyor, maruz bırakılıyorsun mutsuzluğa.
İşimdeyim, gücümdeyim.
Artık o kadar uzun süre TRT-Türk belgeselleri izleyemiyorum.
Müzik dinlemiyor. Hele ki TRT-Nağme'ye hiç vakit ayıramıyorum geceleri. Yorgunluktan sızıveriyorum çoğu zaman.
Telefonumun ekranı kırık. Dostlara bırakın aramayı bir mesaj bile atamıyorum.
Yazım kurallarını unutuyorum, çoğu öğrencimle yazım kuralları çalışabiliyor olmama rağmen.
Kendime ve mesleğime olan güvenim, tuhaf tuhaf insanların bunu sorgulaması sonucu sarsılıyor. Bu güvensizlik duygusu geleceğe dair planlarımı olumsuz yönde etkiliyor. Olsun diyorum, geçecek.
Sonra bir gün Değerlim güzel bir yapım şirketinde işe başlıyor. İstanbul'da. On yedi saat setlerde kalıyor, kimi setler otuz altı saat sürüyor. Konuşmayı geçtim bir mesaj bile gelmiyor saatlerce. Karşılığını alamıyor. Yoruluyor ve belki de hasta oluyor... Sonuç bir boşluk.
Olsun diyoruz. O da halledecek. Herkes bu yollardan geçti. Nuri Bilge yata yata Nuri Bilge olmadı diyorum. Ya da Ah Muhsin Ünlü hiç mi bir sette yorgunluktan ağlamadı? Ne bileyim! Bir başkası hiç mi sevgilisini arayamadığına yanıp başka bir iş düşünmedi? Belki de cemaatçi olmadığına yanmadı...
Hobilerimi unutuyorum. Üniversite başında çok ihmal edip sonlarına doğru tamamen vazgeçtiğim karalamalarımla artık hiç görüşmüyoruz. Kalemi sadece Değerlime mektup yazıp ağlamak için elime alıyorum.
Her gün altıda kalkıyorum. Güya daha sağlıklıyım ancak ruhen gelmeyen dinginlik hayatın rutinine bir "bokluk" hissi katıyor.
Ağzım bozulmuyor ama korkmayın.
Sadece çıkıverdi öyle.
Öğretmen oldum. Öğrencilerim var. Öğretmenler odasında dolabım, kendi sınıfım, servisim, yemeğim, toplumun bakış açısı ve diğer çoğu mesleğe göre dolgun bir maaşım...
Peki benim boş vakitlerim?
Benim huzurum?
Benim umudum?
Benim özel hayatm?
Benim evliliğim?
Evliliğe kalana dek! Düzenli bir iş, askerlik, para, para, para, zaman, zaman, zaman, zaman...
Bütün bunlar gerekli.
Anneannem yok. Esra yok. Onlar için dua etmenin tadını dahi özledim her an dua etmeme rağmen.
Ne tuhaf.
Yeni iller gezmeyi özledim.
Seneye yazın evlenemezsek ki artık bu gün gibi ortada, bir yurt dışı gezisine gidelim diyorum. Kafam dağılsın. Sonra kaldığın yerden devam.
Eğer bir gün zengin olursak ev hanımı bile olabilirim. İki üniversite bitirmiş, dolgun puanlar almış bir ev hanımı... Bence çocuklarımı büyütmeye hak kazandım bile. Her ne kadar ÖYP tercihi yapmamış, özel sektörede olabilecek en son yere gitmiş ve sevdiğinden ayrı düşsem de buna hak kazanmış olmalıyım.
Çeyiz "düzüyorum" şimdi. Düzmek de ne kötü kelime!
Onlarla ilgilenmek kafa dağıtıyor.
En azından gelecekteki evimize dair bir şeyler yapmak sevdiğime daha yakın olmamı ve özlemek uğruna ağlamamamı sağlıyor.
Öğrenci olmak güzeldi. Çok güzeldi.
Çalışan olmak da sadece ayın birinde güzel. İkisinde yine tekrar öğrenciliği hatırlıyor insan.
Yok, durumdan şikayetçi değilim.
Tek üzüntüm İstanbul'a gidip kendi yuvamda sevdiğim adama çorba pişirememek. Hepsi bu.
Vakit nereye kadar geçecek bilmiyorum. Belki de bu yazıyı yayınladıktan iki saniye sonra ya da on sene sonra öleceğim. Bütün bunlar yalan olacak. Kim bilir.
Babaannem geliyor.
Değerlim İstanbul'da.
Dünya paraya doymuyor, insanlar da.
Bir benlik var ki insanlar...
Peyami Safa üstadıma saygı duymamak, katılmamak... Yalnızız.
(Bir maviliğin kuytuluğunda)
Ha bir de!
Yılbaşında nerdesin?
Karşında her zaman var olan umudundan eser olmayan bir insan var bu kez. Yavaş yavaş "hayatın gerçekleri" denen olguyu yaşayan biri var belki de. Ne kadar görürsek görelim o gerçekleri, her seferinde bir gerçek daha çıkıyor ileriki dönemeçten. Nereye kaçsan olmuyor, maruz bırakılıyorsun mutsuzluğa.
İşimdeyim, gücümdeyim.
Artık o kadar uzun süre TRT-Türk belgeselleri izleyemiyorum.
Müzik dinlemiyor. Hele ki TRT-Nağme'ye hiç vakit ayıramıyorum geceleri. Yorgunluktan sızıveriyorum çoğu zaman.
Telefonumun ekranı kırık. Dostlara bırakın aramayı bir mesaj bile atamıyorum.
Yazım kurallarını unutuyorum, çoğu öğrencimle yazım kuralları çalışabiliyor olmama rağmen.
Kendime ve mesleğime olan güvenim, tuhaf tuhaf insanların bunu sorgulaması sonucu sarsılıyor. Bu güvensizlik duygusu geleceğe dair planlarımı olumsuz yönde etkiliyor. Olsun diyorum, geçecek.
Sonra bir gün Değerlim güzel bir yapım şirketinde işe başlıyor. İstanbul'da. On yedi saat setlerde kalıyor, kimi setler otuz altı saat sürüyor. Konuşmayı geçtim bir mesaj bile gelmiyor saatlerce. Karşılığını alamıyor. Yoruluyor ve belki de hasta oluyor... Sonuç bir boşluk.
Olsun diyoruz. O da halledecek. Herkes bu yollardan geçti. Nuri Bilge yata yata Nuri Bilge olmadı diyorum. Ya da Ah Muhsin Ünlü hiç mi bir sette yorgunluktan ağlamadı? Ne bileyim! Bir başkası hiç mi sevgilisini arayamadığına yanıp başka bir iş düşünmedi? Belki de cemaatçi olmadığına yanmadı...
Hobilerimi unutuyorum. Üniversite başında çok ihmal edip sonlarına doğru tamamen vazgeçtiğim karalamalarımla artık hiç görüşmüyoruz. Kalemi sadece Değerlime mektup yazıp ağlamak için elime alıyorum.
Her gün altıda kalkıyorum. Güya daha sağlıklıyım ancak ruhen gelmeyen dinginlik hayatın rutinine bir "bokluk" hissi katıyor.
Ağzım bozulmuyor ama korkmayın.
Sadece çıkıverdi öyle.
Öğretmen oldum. Öğrencilerim var. Öğretmenler odasında dolabım, kendi sınıfım, servisim, yemeğim, toplumun bakış açısı ve diğer çoğu mesleğe göre dolgun bir maaşım...
Peki benim boş vakitlerim?
Benim huzurum?
Benim umudum?
Benim özel hayatm?
Benim evliliğim?
Evliliğe kalana dek! Düzenli bir iş, askerlik, para, para, para, zaman, zaman, zaman, zaman...
Bütün bunlar gerekli.
Anneannem yok. Esra yok. Onlar için dua etmenin tadını dahi özledim her an dua etmeme rağmen.
Ne tuhaf.
Yeni iller gezmeyi özledim.
Seneye yazın evlenemezsek ki artık bu gün gibi ortada, bir yurt dışı gezisine gidelim diyorum. Kafam dağılsın. Sonra kaldığın yerden devam.
Eğer bir gün zengin olursak ev hanımı bile olabilirim. İki üniversite bitirmiş, dolgun puanlar almış bir ev hanımı... Bence çocuklarımı büyütmeye hak kazandım bile. Her ne kadar ÖYP tercihi yapmamış, özel sektörede olabilecek en son yere gitmiş ve sevdiğinden ayrı düşsem de buna hak kazanmış olmalıyım.
Çeyiz "düzüyorum" şimdi. Düzmek de ne kötü kelime!
Onlarla ilgilenmek kafa dağıtıyor.
En azından gelecekteki evimize dair bir şeyler yapmak sevdiğime daha yakın olmamı ve özlemek uğruna ağlamamamı sağlıyor.
Öğrenci olmak güzeldi. Çok güzeldi.
Çalışan olmak da sadece ayın birinde güzel. İkisinde yine tekrar öğrenciliği hatırlıyor insan.
Yok, durumdan şikayetçi değilim.
Tek üzüntüm İstanbul'a gidip kendi yuvamda sevdiğim adama çorba pişirememek. Hepsi bu.
Vakit nereye kadar geçecek bilmiyorum. Belki de bu yazıyı yayınladıktan iki saniye sonra ya da on sene sonra öleceğim. Bütün bunlar yalan olacak. Kim bilir.
Babaannem geliyor.
Değerlim İstanbul'da.
Dünya paraya doymuyor, insanlar da.
Bir benlik var ki insanlar...
Peyami Safa üstadıma saygı duymamak, katılmamak... Yalnızız.
(Bir maviliğin kuytuluğunda)
Ha bir de!
Yılbaşında nerdesin?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)