24 Aralık 2011 Cumartesi

Dünyanın en güzel yılı; 2013 gelene kadar

Ve sonunda 2011'e veda yazım geldi...
"Gölgeler bırakamaz iz kayalara ama insan bırakır yaptıklarıyla." dedi Zamanın Tanığı, tam yazıma başlayacakken. Şimdi de yaşanmışlıklarından damlalar sunuyor bize, seviyorum Cemal Amcayı.
Her neyse...
Çok az bir gün kaldı bu yılın "da" bitmesine. Hayatımın en güzel yılıydı, diyorum ya, lafın gelişi değil bu. Edindiğim deneyimler, yaşadığım gerçekler, gördüğüm güzellikler ve en mühimi hissettiğim "doğru"lar. Eskiden elimde bir doğrum kaldığını düşünüyordum: Masumiyet. Ama onun üzerine daha bir ton doğrum olduğunu gördüm bu sene, yeni doğruları da üzerine ekledim. Şimdi size bu işin tarifini veriyorum, desem ne komik olurum değil mi?
2011'in ilk yarısından bahsetmenin bir anlamı yok sanırım. Bomboş, yok olmuş bir süreç o süreç. Doğumgünümden, yani 13 Nisan'dan sonrası mühim olan. 21 yaş, a dostlar, otuza merdiven dayadım. Hatta teorik olarak düşünecek olursak seksene bile merdiven dayamış olabilirim.
Nisan'daki o "tanışma" telaşı, Mayıs'ın yaza merhaba diye heyecanı ve üç sekizi barındıran Haziran. Bir bebeğe adını verecek olan bu kutsal ay artık edebiyatta ölüm ayı değil, en azından Ankara semalarında öyle. Temmuz ve Ağustos'ta dil öğrenme telaşı, bir yandan da geleceği şekillendirme. Tabi bu süreçte dost olanlar, dostluktan düşenler... Yaşadığımız büyük acılar... Eylül'de "kavuşma" sonbahara... Bu ay da bir bebeğe ad olacak ilerde, biz biliyoruz. Eylül'ün güzelliği ile başlayan ama öyle bitmeyen Ekim...
Esra'nın, eşi Süleyman'ın ve bebekleri Yiğit'in kalbimize yer etmesi... Belki de yaşadığım en gerçek acıydı bu güne dek. Mekanları cennet, biliyoruz. Bu yazı bir kez daha onlara dua olsun. Unutulmadılar, unutulmayacaklar.
Ekim'de bir de ilkler vardı ki yaşanmaya değer... En fazla ne kadar yukarı çıkmıştık ki o zamana kadar?
Kasım'daki "kasım çıkartması" ki en güzel Kasım'dın sen...
Aralık. Bahsedilemeyecek kadar yoğun ama ilk kez 31'inde adam gibi bir yeni yılı karşılayacak olmanın verdiği haz.
Ne güzel yıldın sen 2011. En güzel yıl sendin.
13 değerlidir bende. 2013'te de değerli şeyler olacak, biliyoruz. İşte bu yüzden o seneyi bekliyoruz.
2012 araya kaynamasın. Mezun olup, iş sahibi olacağımız bir yıl bekliyor bizi. Hesapta olmayan şeyler de çıkar belki karşımıza kim bilir.
İyi senelere bu satıra gelebilmiş dostum.

Yazıya özel şarkımız: http://fizy.com/#s/1aim9y

22 Aralık 2011 Perşembe

Otobüste müzik dinleme senfonisi



Ankara'ya gelmemin üzerinden az zaman geçmedi. Sanırım "8 Eylül 2008" ilk gündü, hani eşyalarımla geldiğim. Ne zaman giderim bilmiyorum. O yüzden otobüste müzik dinleme konusuyla daha çok "yüz göz olacağım" kesin.
Bugün de bu "yüz göz olma" durumlarından birini yaşadım.
Hayatımda ilk kez aptal yerine konulduğum bir iş görüşmesi yaşadıktan sonra hadi dedim daha acısını yaşayayım da göreyim dünyanın kaç bucak olduğunu. Tabiki ondan daha büyük acı: Ege mahallesi otobüslerine Kızılay'dan binmeyi tercih etmek.
Bilen bilir http://ny12da.blogspot.com/2011/05/gece-otobusleri.html bağlantısındaki "Gece Otobüsleri" yazımda yine Ege Mahallesi otobüslerinden bahsetmiştim. Geceleri ne kadar masum olduklarından... Ama akşamları ve sabahları bu masumiyet yerini neye bırakıyor henüz tam karşılayan bir kelime yok, alternatifler: Cinnet, rezalet, katliam, işkence vs.
Bugün de 341'e Kızılay'dan binecek oldum. İlk kez otobüse binince oturacak yer buldum, güzelce kuruldum. Sonra yanıma oturan "liseli ergen" müzik dinlemeye başlayınca aklıma hiç gelmemesi gereken o fikir geldi: "Benim de telefonumda müzik var, yanımda da kulaklık var. E ne duruyorsun, hadi otobüste müzik dinleyen genç ol.".
Kulaklığı kulağıma taktım... Başladı işkence. İnsanlar otobüse binene dek bacaklarımın altında yer alan kocaman motor sesi ve titreşimi hiç bitmedi. O sesi mi yoksa müziği mi dinliyorum anlamadım. Sesim dışarıdan duyuluyorsa? Benim müziğimi başkaları dinliyorsa? (Dinlediğim müzik bana özeldir. Her dinlenen name artık kulaktan girdiği an özel hayatı yansıtır. Düşünsenize; dinlediğin müzik senin kişiliğinden minik fikirler sunar insana. Olamaz bu.)
Böyle düşüncelerle müziğin sesini aç, kapat, aç, kapat, aç, kapat... O arada kulaklığı takınca telefonun sesinin açıldığını fark ettim. Biri arasa telefonda yine benim şarkılarım çalacaktı. Kapatayım derken millete kendi ellerimle dinlettirdim.
Onun üzerine kapatayım derken yanlışlıkla mesajlar yazdım falan filan derken... Kafam şişti. Müzik otobüs durdukça azalıyor, hareket ettikçe artıyor... Acaba müziği duyan var mı?
İşin asıl kötü olan tarafı deliler gibi bağırarak şarkı söylemek geldi içimden. Otobüsteki yüzden fazla kişi bana bakarken sadece halk dansları sergileyebilirim ben (Ona alışkınım.) ama şarkı söyleyemem.
Otobüsten tam "elli üç" dakika sonra indim. Bu elli üç dakikanın tamamı lanet ederek geçti "Ben kim otobüste müzik dinlemek kim!".
Kaçıncı kez müzik dinleme girişimim bu, bilmiyorum. Fakat her seferinde bu durum devam ediyor. Dinlediğime dinleyeceğime pişman oldum hep.
Otobüste kulaklığı ile müzik dinleyen insanlar size sesleniyorum, nedir bu işin sırrı? Bu düşünceleri kafanızdan nasıl atıp da müzik dinleyebiliyorsunuz? Ver mı bu işin ipuçları.
Hay Allah'ım, sosyopat oldum!
Dinlediğim şarkılardan biri: http://fizy.com/#s/3dpiqv 
İyi bakın kendinize.

12 Aralık 2011 Pazartesi

Süper İyi Bir Gün - Üç





Sevdalar uğrar
İner vadiye
Kelebekler konar
Gönlündeki o güzel çiçeğe...



Fark etmeden hayatınıza dahil olan yeni güzellikler, yine siz farkında olmadan sizi alır götürür dünyada henüz görmediğiniz o güzel yerlere. Ki aşık olunca midenizde uçtuğunu sandığınız kelebekler yalnızca birer heycan kıpırtısı değildir, vardır onlar görene. Görmeyen zaten aşık değildir ki.

Yeşilden toprak
Rengi göze
Nehirleri bilir
Yağmur akıp gider kalbine.



Yağmurlar sadece vadilerde birleşip nehirlere akmaz. Bazen "son gece" hatrına bomboş ve bembeyaz bir yatakta sarılmış iki beden o gözyaşlarını kalbe akıtır. Nasıl ve neden aktığının bir anlamı olmadığı o yağmurlar varlıklarıyla "bir şeylere" isim verirler, önem verirler.
Ne kadar şükretsen az.

Lavanta lavanta
Öperken kokar senin her yerin.



İnsanların kokuları vardır burunlarınızda. Yağmurdan sonraki toprağın kokusunu nasıl yeni doğmuş bir bebek bilmezse her insan da aşkın kokusunu bilemez. Beklememek gerek. Yağmurların aktığı kalplerin kokusu... Oh mis. Seneler sonra nerede koklarsan kokla o ilk koku gelir aklına. O bembeyaz yatak ya da bomboş oda...

Lavanta lavanta
Duramaz odalarda
Yayılır sokaklara

Kokulardan kalan aşkları kolumuza takıp götürürken her yere bir yandan da kimse duymasın, bilmesin isteriz. Saklarız herkesten, gizleriz. Bomboş odalarda kaldı sandığımı umutlar gözümün içinde, kalbimizin köşesinde gezer durur bizimle. Kim bilir belki bir gün yine o kalbe yağmur olur gelir...


Tenindir mermer
Sütun abide
Tutkulardan bir not düşer
Bizim aşk tarihine.



"Aşk dediğin nedir ki?" demiştim aylar seneler önce. Aşk dediğin neymiş yeni yeni keşfederken yirmi bir yaş çok geç değil diyorum, ama geç. Yirmi bir sene nasıl durdum ben böyle buz gibi kalple? Yirmi bir sene nasıl nefes aldım bu yürekle... Tuhaf.

Güneştir aklın
Acı halime
Batınca koynuma girer gece
En güzel haliyle 



Bomboş odalar, bembeyaz yataklar, yirmi bir yaşlar... Gece olunca her şeyin üzerini örten karanlık yıldızlarla anlam bulur yeniden. Kıpır kıpır görünen bir şehir manzarasında en güzel hali ile belirir umutlar. Umut aşk değil mi?

Şarkıyı duymak isteyenlere: Kargo ve Mirkelam - Lavanta http://fizy.com/tr#s/1f9xb8

8 Aralık 2011 Perşembe

Bir fotoğraf makinesi için ağıt!

Dırı dırım dım, dırı dırım dım, dırı dırım dım dım dım dım dım.
Yılın son birkaç ayında flaşı bozulan fotoğraf makinemin bir de hafıza kartının sizlere ömür olması canıma tak etmesine sebep oldu. Yılın son zamanlarını ölümsüzleştirmek için telefonun kamerasından medet ummak bana yakışmıyor, ki bu ara öyle güzel kareler var ki Ankara'da.
Sevgili S. yağmur yağan Ankara için "cilalanmış gibi" diyerek ömrümüze huzur kattığı günlerde yaşıyoruz. Usta bir sanatçının elinden çıkmış oymalı desenleri olan güzel bir tahtadan kanepe adeta Ankara, cilalı, parlıyor. Şemsiyenin altında bolca fotoğraf çekmelik zamanlar bunlar. (Kendini bilmez bir güvenlik görevlisinin basketbolcuları korumak adına emektar şemsiyemi almasını ve maç çıkışında ondan daha çok kendini bilmez birinin kendine ait olmayan şemsiyeyi almasını buradan esefle kınıyorum.) Ankara'da hava soğukken hep daha fazla huzur vardır. Gençlik Parkı'na gidip Fokurtu'ya sığınıp içilen sahlepler (Bu ara Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi'nin içindeki Kalem Kafe'de de güzel yapıldığını fark ediyorum.), Kolej'in "Hacı Yolu"na doğru uzanan yollarında ısınma amaçlı söylenen şarkılar, özürlüler durağında yenen sıcak kestaneler, Başkent Simit Sarayı'ndaki kaşarlı açık simitler... Yok aç değilim.
Hani bir yazımda demiştim, Ankara'yı seviyor olmam içindeki insanlardandır diye. Öyle. Şimdi de öyle. Ama içinde ya da dışında olmasında bir anlam yok. Mühim olan o sokaklara bırakılan izler. Kurtuluş Parkı'nda gecenin bilmem kaçında, bilmem kaç şairin bu park için yazdığı şiirleri okumak, Sıhhiye Köprüsü'nün altından geçerken "Eminönü'ye benziyor." diyenleri susturmak, TRT Ankara Radyosu'nda Yankı sonrası üşümek... Ankara artık daha çok "maviliğin aidiyetinden" ibaret. Şükür.
Ama gelin görün ki benim biricik dostum, sırdaşım fotoğraf makinem... Lensin düşsün e mi?
Kızgın değilim, kırgınım deyip kıvırayım şimdi.

Ankara'da değilseniz ve Ankara'da olmak istediyse canınız bu yazıdan sonra, gelin. Bahaneler bulun ve gelin. Yılbaşını bahane edin, yılın bitiyor olmasını bahane edin, Aralık ayını Ankara'da görmeyi bahane edin, 9 Aralık'taki "demokrasi sınavını" bahane edin, sevdiklerinizi bahane edin, sevmediklerinizi de edin... Gelin. Herkes sevemez Ankara'yı. Bunun tadını çıkarın.
Ve sen fotoğraf makinem. Çok güzel küfürlerim var yastık altında ama eski dostuz sana diyemem. Yeni yılda ilk kez adam gibi huzuru bulmuşken gel beni yalnız bırakma, az masrafla ilk günkü gibi ol. Olur mu?
Güzel perşembeler, güzel Aralık ayları ve güzel Ankaralar diliyorum.
Cilalayın her yeri.

3 Aralık 2011 Cumartesi

İnsan İlişkileri Üzerine Bilmem Kaçıncı Yazı

Ahkam kesmek değil derdim.
Yalnızca bir soru var aklımda: İnsanlarla olan (her türlü) ilişkimizde ne kadar dengeliyiz?
Geçenlerde fark ettiğim bir şey bu soruyu sormama sebep oldu. Ben sinirliyken sadece sinir duygusu hissettiğimi sanıyordum ama öyle değilmiş. Sinirliyken durup bir düşündüm; şu an sevgi duygum var mı acaba diye. Aman Allah'ım dedim, varmış. Sinirliyken bile birilerini sevebiliyor olmak ne de güzelmiş. Bu duyguyu da diğer kutsal duygular gibi bana yaşatana sevgiler olsun.
Sorun bu soruyu kendinize.
Sonra da nasıl yaşıyorsanız öyle yaşamaya devam edin.
Ben bu aralar insan ilişkileri üzerine düşünürken bu denge, tutarlılık konuları üzerine yoğunlaşmış durumdayım. "Entelektüel bir bohemlik içinde"lik taslayandan tutun da hayattan bütün amaçlarında ters köşe olmuşlarına dek tek tek sorguluyorum hayatları. Bir de soru var kafamda "Dostlarına zarar veren insanlara, insanlar nasıl dost diyor?"
Yok benim aklım almayacak bu işi a dostlar.
Bu arada: Seneye eylül-ekim gibi evleniyorum. Falımda çıktı. Sevgili H.'nin fallarına güveniyorum. Gözümdeki iltihabı tutturdu çünkü.
Bu arada (2) 2011'ın son ayındayız ve birkaç gün sonra 2011 değerlendirmesi ile karşınızda olacağım. Beni izleyin anacığım.
Ama tabi bi sorun: Ne kadar tutarlısınız?