24 Aralık 2011 Cumartesi

Dünyanın en güzel yılı; 2013 gelene kadar

Ve sonunda 2011'e veda yazım geldi...
"Gölgeler bırakamaz iz kayalara ama insan bırakır yaptıklarıyla." dedi Zamanın Tanığı, tam yazıma başlayacakken. Şimdi de yaşanmışlıklarından damlalar sunuyor bize, seviyorum Cemal Amcayı.
Her neyse...
Çok az bir gün kaldı bu yılın "da" bitmesine. Hayatımın en güzel yılıydı, diyorum ya, lafın gelişi değil bu. Edindiğim deneyimler, yaşadığım gerçekler, gördüğüm güzellikler ve en mühimi hissettiğim "doğru"lar. Eskiden elimde bir doğrum kaldığını düşünüyordum: Masumiyet. Ama onun üzerine daha bir ton doğrum olduğunu gördüm bu sene, yeni doğruları da üzerine ekledim. Şimdi size bu işin tarifini veriyorum, desem ne komik olurum değil mi?
2011'in ilk yarısından bahsetmenin bir anlamı yok sanırım. Bomboş, yok olmuş bir süreç o süreç. Doğumgünümden, yani 13 Nisan'dan sonrası mühim olan. 21 yaş, a dostlar, otuza merdiven dayadım. Hatta teorik olarak düşünecek olursak seksene bile merdiven dayamış olabilirim.
Nisan'daki o "tanışma" telaşı, Mayıs'ın yaza merhaba diye heyecanı ve üç sekizi barındıran Haziran. Bir bebeğe adını verecek olan bu kutsal ay artık edebiyatta ölüm ayı değil, en azından Ankara semalarında öyle. Temmuz ve Ağustos'ta dil öğrenme telaşı, bir yandan da geleceği şekillendirme. Tabi bu süreçte dost olanlar, dostluktan düşenler... Yaşadığımız büyük acılar... Eylül'de "kavuşma" sonbahara... Bu ay da bir bebeğe ad olacak ilerde, biz biliyoruz. Eylül'ün güzelliği ile başlayan ama öyle bitmeyen Ekim...
Esra'nın, eşi Süleyman'ın ve bebekleri Yiğit'in kalbimize yer etmesi... Belki de yaşadığım en gerçek acıydı bu güne dek. Mekanları cennet, biliyoruz. Bu yazı bir kez daha onlara dua olsun. Unutulmadılar, unutulmayacaklar.
Ekim'de bir de ilkler vardı ki yaşanmaya değer... En fazla ne kadar yukarı çıkmıştık ki o zamana kadar?
Kasım'daki "kasım çıkartması" ki en güzel Kasım'dın sen...
Aralık. Bahsedilemeyecek kadar yoğun ama ilk kez 31'inde adam gibi bir yeni yılı karşılayacak olmanın verdiği haz.
Ne güzel yıldın sen 2011. En güzel yıl sendin.
13 değerlidir bende. 2013'te de değerli şeyler olacak, biliyoruz. İşte bu yüzden o seneyi bekliyoruz.
2012 araya kaynamasın. Mezun olup, iş sahibi olacağımız bir yıl bekliyor bizi. Hesapta olmayan şeyler de çıkar belki karşımıza kim bilir.
İyi senelere bu satıra gelebilmiş dostum.

Yazıya özel şarkımız: http://fizy.com/#s/1aim9y

22 Aralık 2011 Perşembe

Otobüste müzik dinleme senfonisi



Ankara'ya gelmemin üzerinden az zaman geçmedi. Sanırım "8 Eylül 2008" ilk gündü, hani eşyalarımla geldiğim. Ne zaman giderim bilmiyorum. O yüzden otobüste müzik dinleme konusuyla daha çok "yüz göz olacağım" kesin.
Bugün de bu "yüz göz olma" durumlarından birini yaşadım.
Hayatımda ilk kez aptal yerine konulduğum bir iş görüşmesi yaşadıktan sonra hadi dedim daha acısını yaşayayım da göreyim dünyanın kaç bucak olduğunu. Tabiki ondan daha büyük acı: Ege mahallesi otobüslerine Kızılay'dan binmeyi tercih etmek.
Bilen bilir http://ny12da.blogspot.com/2011/05/gece-otobusleri.html bağlantısındaki "Gece Otobüsleri" yazımda yine Ege Mahallesi otobüslerinden bahsetmiştim. Geceleri ne kadar masum olduklarından... Ama akşamları ve sabahları bu masumiyet yerini neye bırakıyor henüz tam karşılayan bir kelime yok, alternatifler: Cinnet, rezalet, katliam, işkence vs.
Bugün de 341'e Kızılay'dan binecek oldum. İlk kez otobüse binince oturacak yer buldum, güzelce kuruldum. Sonra yanıma oturan "liseli ergen" müzik dinlemeye başlayınca aklıma hiç gelmemesi gereken o fikir geldi: "Benim de telefonumda müzik var, yanımda da kulaklık var. E ne duruyorsun, hadi otobüste müzik dinleyen genç ol.".
Kulaklığı kulağıma taktım... Başladı işkence. İnsanlar otobüse binene dek bacaklarımın altında yer alan kocaman motor sesi ve titreşimi hiç bitmedi. O sesi mi yoksa müziği mi dinliyorum anlamadım. Sesim dışarıdan duyuluyorsa? Benim müziğimi başkaları dinliyorsa? (Dinlediğim müzik bana özeldir. Her dinlenen name artık kulaktan girdiği an özel hayatı yansıtır. Düşünsenize; dinlediğin müzik senin kişiliğinden minik fikirler sunar insana. Olamaz bu.)
Böyle düşüncelerle müziğin sesini aç, kapat, aç, kapat, aç, kapat... O arada kulaklığı takınca telefonun sesinin açıldığını fark ettim. Biri arasa telefonda yine benim şarkılarım çalacaktı. Kapatayım derken millete kendi ellerimle dinlettirdim.
Onun üzerine kapatayım derken yanlışlıkla mesajlar yazdım falan filan derken... Kafam şişti. Müzik otobüs durdukça azalıyor, hareket ettikçe artıyor... Acaba müziği duyan var mı?
İşin asıl kötü olan tarafı deliler gibi bağırarak şarkı söylemek geldi içimden. Otobüsteki yüzden fazla kişi bana bakarken sadece halk dansları sergileyebilirim ben (Ona alışkınım.) ama şarkı söyleyemem.
Otobüsten tam "elli üç" dakika sonra indim. Bu elli üç dakikanın tamamı lanet ederek geçti "Ben kim otobüste müzik dinlemek kim!".
Kaçıncı kez müzik dinleme girişimim bu, bilmiyorum. Fakat her seferinde bu durum devam ediyor. Dinlediğime dinleyeceğime pişman oldum hep.
Otobüste kulaklığı ile müzik dinleyen insanlar size sesleniyorum, nedir bu işin sırrı? Bu düşünceleri kafanızdan nasıl atıp da müzik dinleyebiliyorsunuz? Ver mı bu işin ipuçları.
Hay Allah'ım, sosyopat oldum!
Dinlediğim şarkılardan biri: http://fizy.com/#s/3dpiqv 
İyi bakın kendinize.

12 Aralık 2011 Pazartesi

Süper İyi Bir Gün - Üç





Sevdalar uğrar
İner vadiye
Kelebekler konar
Gönlündeki o güzel çiçeğe...



Fark etmeden hayatınıza dahil olan yeni güzellikler, yine siz farkında olmadan sizi alır götürür dünyada henüz görmediğiniz o güzel yerlere. Ki aşık olunca midenizde uçtuğunu sandığınız kelebekler yalnızca birer heycan kıpırtısı değildir, vardır onlar görene. Görmeyen zaten aşık değildir ki.

Yeşilden toprak
Rengi göze
Nehirleri bilir
Yağmur akıp gider kalbine.



Yağmurlar sadece vadilerde birleşip nehirlere akmaz. Bazen "son gece" hatrına bomboş ve bembeyaz bir yatakta sarılmış iki beden o gözyaşlarını kalbe akıtır. Nasıl ve neden aktığının bir anlamı olmadığı o yağmurlar varlıklarıyla "bir şeylere" isim verirler, önem verirler.
Ne kadar şükretsen az.

Lavanta lavanta
Öperken kokar senin her yerin.



İnsanların kokuları vardır burunlarınızda. Yağmurdan sonraki toprağın kokusunu nasıl yeni doğmuş bir bebek bilmezse her insan da aşkın kokusunu bilemez. Beklememek gerek. Yağmurların aktığı kalplerin kokusu... Oh mis. Seneler sonra nerede koklarsan kokla o ilk koku gelir aklına. O bembeyaz yatak ya da bomboş oda...

Lavanta lavanta
Duramaz odalarda
Yayılır sokaklara

Kokulardan kalan aşkları kolumuza takıp götürürken her yere bir yandan da kimse duymasın, bilmesin isteriz. Saklarız herkesten, gizleriz. Bomboş odalarda kaldı sandığımı umutlar gözümün içinde, kalbimizin köşesinde gezer durur bizimle. Kim bilir belki bir gün yine o kalbe yağmur olur gelir...


Tenindir mermer
Sütun abide
Tutkulardan bir not düşer
Bizim aşk tarihine.



"Aşk dediğin nedir ki?" demiştim aylar seneler önce. Aşk dediğin neymiş yeni yeni keşfederken yirmi bir yaş çok geç değil diyorum, ama geç. Yirmi bir sene nasıl durdum ben böyle buz gibi kalple? Yirmi bir sene nasıl nefes aldım bu yürekle... Tuhaf.

Güneştir aklın
Acı halime
Batınca koynuma girer gece
En güzel haliyle 



Bomboş odalar, bembeyaz yataklar, yirmi bir yaşlar... Gece olunca her şeyin üzerini örten karanlık yıldızlarla anlam bulur yeniden. Kıpır kıpır görünen bir şehir manzarasında en güzel hali ile belirir umutlar. Umut aşk değil mi?

Şarkıyı duymak isteyenlere: Kargo ve Mirkelam - Lavanta http://fizy.com/tr#s/1f9xb8

8 Aralık 2011 Perşembe

Bir fotoğraf makinesi için ağıt!

Dırı dırım dım, dırı dırım dım, dırı dırım dım dım dım dım dım.
Yılın son birkaç ayında flaşı bozulan fotoğraf makinemin bir de hafıza kartının sizlere ömür olması canıma tak etmesine sebep oldu. Yılın son zamanlarını ölümsüzleştirmek için telefonun kamerasından medet ummak bana yakışmıyor, ki bu ara öyle güzel kareler var ki Ankara'da.
Sevgili S. yağmur yağan Ankara için "cilalanmış gibi" diyerek ömrümüze huzur kattığı günlerde yaşıyoruz. Usta bir sanatçının elinden çıkmış oymalı desenleri olan güzel bir tahtadan kanepe adeta Ankara, cilalı, parlıyor. Şemsiyenin altında bolca fotoğraf çekmelik zamanlar bunlar. (Kendini bilmez bir güvenlik görevlisinin basketbolcuları korumak adına emektar şemsiyemi almasını ve maç çıkışında ondan daha çok kendini bilmez birinin kendine ait olmayan şemsiyeyi almasını buradan esefle kınıyorum.) Ankara'da hava soğukken hep daha fazla huzur vardır. Gençlik Parkı'na gidip Fokurtu'ya sığınıp içilen sahlepler (Bu ara Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi'nin içindeki Kalem Kafe'de de güzel yapıldığını fark ediyorum.), Kolej'in "Hacı Yolu"na doğru uzanan yollarında ısınma amaçlı söylenen şarkılar, özürlüler durağında yenen sıcak kestaneler, Başkent Simit Sarayı'ndaki kaşarlı açık simitler... Yok aç değilim.
Hani bir yazımda demiştim, Ankara'yı seviyor olmam içindeki insanlardandır diye. Öyle. Şimdi de öyle. Ama içinde ya da dışında olmasında bir anlam yok. Mühim olan o sokaklara bırakılan izler. Kurtuluş Parkı'nda gecenin bilmem kaçında, bilmem kaç şairin bu park için yazdığı şiirleri okumak, Sıhhiye Köprüsü'nün altından geçerken "Eminönü'ye benziyor." diyenleri susturmak, TRT Ankara Radyosu'nda Yankı sonrası üşümek... Ankara artık daha çok "maviliğin aidiyetinden" ibaret. Şükür.
Ama gelin görün ki benim biricik dostum, sırdaşım fotoğraf makinem... Lensin düşsün e mi?
Kızgın değilim, kırgınım deyip kıvırayım şimdi.

Ankara'da değilseniz ve Ankara'da olmak istediyse canınız bu yazıdan sonra, gelin. Bahaneler bulun ve gelin. Yılbaşını bahane edin, yılın bitiyor olmasını bahane edin, Aralık ayını Ankara'da görmeyi bahane edin, 9 Aralık'taki "demokrasi sınavını" bahane edin, sevdiklerinizi bahane edin, sevmediklerinizi de edin... Gelin. Herkes sevemez Ankara'yı. Bunun tadını çıkarın.
Ve sen fotoğraf makinem. Çok güzel küfürlerim var yastık altında ama eski dostuz sana diyemem. Yeni yılda ilk kez adam gibi huzuru bulmuşken gel beni yalnız bırakma, az masrafla ilk günkü gibi ol. Olur mu?
Güzel perşembeler, güzel Aralık ayları ve güzel Ankaralar diliyorum.
Cilalayın her yeri.

3 Aralık 2011 Cumartesi

İnsan İlişkileri Üzerine Bilmem Kaçıncı Yazı

Ahkam kesmek değil derdim.
Yalnızca bir soru var aklımda: İnsanlarla olan (her türlü) ilişkimizde ne kadar dengeliyiz?
Geçenlerde fark ettiğim bir şey bu soruyu sormama sebep oldu. Ben sinirliyken sadece sinir duygusu hissettiğimi sanıyordum ama öyle değilmiş. Sinirliyken durup bir düşündüm; şu an sevgi duygum var mı acaba diye. Aman Allah'ım dedim, varmış. Sinirliyken bile birilerini sevebiliyor olmak ne de güzelmiş. Bu duyguyu da diğer kutsal duygular gibi bana yaşatana sevgiler olsun.
Sorun bu soruyu kendinize.
Sonra da nasıl yaşıyorsanız öyle yaşamaya devam edin.
Ben bu aralar insan ilişkileri üzerine düşünürken bu denge, tutarlılık konuları üzerine yoğunlaşmış durumdayım. "Entelektüel bir bohemlik içinde"lik taslayandan tutun da hayattan bütün amaçlarında ters köşe olmuşlarına dek tek tek sorguluyorum hayatları. Bir de soru var kafamda "Dostlarına zarar veren insanlara, insanlar nasıl dost diyor?"
Yok benim aklım almayacak bu işi a dostlar.
Bu arada: Seneye eylül-ekim gibi evleniyorum. Falımda çıktı. Sevgili H.'nin fallarına güveniyorum. Gözümdeki iltihabı tutturdu çünkü.
Bu arada (2) 2011'ın son ayındayız ve birkaç gün sonra 2011 değerlendirmesi ile karşınızda olacağım. Beni izleyin anacığım.
Ama tabi bi sorun: Ne kadar tutarlısınız?

26 Kasım 2011 Cumartesi

Sekizinci ay


Kasım da bitiyor. Ne berbat bir aydın sen öyle Kasım.
Aslında neden bu yazıyı yazdığımı bilmiyorum. Bir anda bilgisayarımı açtım ve içimi dökmeye başladım. Günlük yetmiyor mu diye soranlara: Bunu siz okuyabileceksiniz.
Esra'nın kaybının hayatımda yarattığı etki bir türlü sona ermiyor. Ersin istemiyorum. Her an aklımda olmaları, her hareketimden sonra aklıma gelmeleri... Ölümü unutmamamı böylece "daha insan" olmamı sağlıyor. İyi mi güzel mi bilemedim.
Sondan bir önceki vizelerin sadece üç sınavla geçmiş olması, ilk terapi deneyimimi yaşamış olmam, staj sınıfımdaki çocuklarıma alışmış olmam ve Sincan'dan giderek daha çok nefret etmem... Tabi bu ay kasımdı, acı olacaktı, hüzün olacaktı...
Vize dönemi evden uzak yaşadığım o baş döndürücü iki haftayı saymıyorum, değer verilenlerle unutulmaz anlar yaşandığı iki haftaydı o. Çağdaş marketin karşısındaki "özürlüler durağı"nda yenen sıcak kestane, Gençlik Parkı'nda içilen sahlep, cumartesi gecesini Berlin'e taşıyan "Soğuk Bir Berlin Gecesi" ve de tabi Olcay Kavuzlu, yürünen o soğuk Ankara geceleri, alınan açık mavi eldivenler ve tabi kulaklıklar... Aşk başka. 
Kasım.
Stajyer öğretmen olarak yaşadığım ilk öğretmenler günüydün sen. Esra olmadan yaşadığım ilk öğrtmenler günüydün. Tamam, hiç hediyem yok, bana hediye alacak öğrencilerim de yok ama olsun...
Bu ara tatilde geliyorum Esra. İnanmaya geliyorum.
Onun dışında soğuk, ayaz, kırmızı burun, ısıtılan eller ve biraz doğalgaz faturasından ibaretti Kasım.
Bir daha yaşanmayacak olan 2011 yılının Kasım'ı hoşçakal.

1 Kasım 2011 Salı

Amasya Anadolu Öğretmen Lisesi Pansiyonunda Kalan "Arkadaşlar"ın Anısına

Ne de uzun bir başlık oldu öyle.
Amasya'dan bu sıra acı haberler geliyor. Canım yanıyor Amasya'mı düşününce. Hey gidi... 11 Eylül 2004 müydü ilk gittiğim gün? Yoksa bir tarih mi? Bilmem.
İlk sene üçüncü kat iki numaralı odada kaldım. İkinci sene üçüncü kat dört numaralı odada, üçüncü sene birinci kat bir numaralı odada, son sene de yine üçüncü kat üç numaralı odada kaldım. İlk sene hariç bütün senelerde odamın camını açınca karşımda muhteşem bir manzaraya selam verirdim. Ah, gözlerim doldu.
Mezun oldum. 2008 senesi geldi ve ayrılmak zorunda kaldık okulumla, dostlarımla. Biliyor musunuz çok garip şeyler yaşadım? Bir arkadaşım neden olduğunu bilmediğim bir anda benle görüşmemek istediğini söyledi, öğrendim ki cemaate dalmış. Bir arkadaşım görüşmek istedikleriyle görüştüğünü söyledi. Bir diğerinden hiç ses seda çıkmadı. Kimisini gördüm, ben konuşmak istemedim. Elimde kala kala bir avuç can kaldı. Kalsınlar hep.
Konum bu değil.
Camdaki manzara.
Biz mezun olduktan sonra okul yıkıldı. Yerine kocaman, devasa bir okul inşa ettiler. Yazık ettiler. Tamam kocaman okulumuz oldu, konforlu falan filan. Ama bizim 11-TM'nin önündeki kaloriferi ne yaptılar? Sıraya girdiğimiz alanı nereye bıraktılar? Merdivenleri nereye götürdüler? Anılarımız neredeler? Ben bunları düşünüp yanar oldum işte.
O koca okul en büyük yarayı bence kız pansiyonunun önünü kapatarak açtı bizde. Benim senelerce bakıp bakıp ağladığım, güldüğüm, umutlandığım manzaram yok mu oldu şimdi? Ben inanmıyorum.
Bunun için kaç gece ağladım, kaç gece yandım bir bilseniz.
Şu an o pansiyonda kalan arkadaşlarım bu yazılarımı okuyabiliyorlar mı bilmiyorum. Ama o manzaraya iyi bakın. Şimdi görmenin bir şey ifade etmediği o manzara beton yığınları arasında aklınıza düştüğünde umut olacak.
O manzarayı göremeyen kız arkadaşlarım. Sizin için bütün ruhumla yanıyorum. O küçük, şirin, iki katlı binanın bize sunduğu güzelim Amasya manzarasının şimdi pencerenizde olmaması, ailenizi özlediğinizde onunla birlikte ağlayamayacak olmanız, birkaç arkadaşınızla toplanıp gelen geçenle ilgili dedikodu yapamayacak olmanız, sevgilinizle telefonda konuşurken camdan dışarı sarkıp şarkılar söyleyemeyecek olmanız... Mahvediyor bu fikir beni.
Bu yazıyı okuyan ve beni anladığını düşünen, şu an o yurtta kalan dostlarım, kardeşlerim. Bana bir ses verin. Anılarınızı yaşatıyoruz abla, deyin. Abla demeseniz de olur. Her gece gelip sizi yanaklarınızdan öpüp iyi uykular dileyen benim.
Yanıyor içim.
Ne yapsam da manzaranızı size geri versem.

27 Ekim 2011 Perşembe

Üç

Aslında ne söyleyeyim, ne yazayım bilmeden yazıyorum. Tuhaf bir akşam yaşadım. Tuhaf kelime değil aslında anlatmak için. Ne çok aslında dedim değil mi? Asıl olanı yine hatırladım da ondan.
İnternetin gereksizliğinden, sıkıcılığından ve samimiyetsizliğinden dem vurup duruyordum uzun zamandır. İnterneti haber alma amaçlı kullanan kardeşime özeniyordum da. Her neyse konu bu değil.
Yüreğimi yakan,yok eden beni mahveden bi haber aldım internetten. Hem de blogumda hiç adını geçirmediğim site olan feysbuktan. İnanamadım. Hala da inanabilmiş değilim.
Esra liseden arkadaşımdı. Sevgilisi Süleyman ile yaşadıkları o güzel aşk...
Dokuzuncu sınıfta... Belki de hazırlık sınıfıydı hiç net değil. Evet evet hazırlık sınıfındaydım. Anadolu Öğretmen Liselerinin kuruluş yıldönümü kutlamlarında yani 16 Mart'ta birlikte görev almıştık. Sunucuydu. Çok güzel giyinmişti. "Fotoğrafımı çek Süleymanıma yollayayım." demişti. Bir sürü fotoğrafını çekmiştim. Öyle mutlu olmuştu ki...
O zamandan bu zamana yaşanan, insanlara aşık olma dersi veren bir aşktı onlarınki. Her görüşmemizde güzel haberler alıyordum. Onların bu mutlulukları bozulmasın, hep sürsün diye dualar ediyordum. Bunu şimdi "a bakın ben ne cici dostum" demek için yazmıyorum. Hakikatan öyle. İnsan o mutluluğu görünce bozulmasın diye dua ediyor.
Üniversiteden mezun olmadan evlendiğinde neden bu kadar acele ettiğini düşünüyordum.Bugün anladım.
Mezun olduktan iki ay sonra çocukları olmuştu; Yiğit. 23 Ağustos'ta doğmuştu kerata. Esra ile Süleyman her aşık insan gibi birbirine benziyordu zaten. O da ikisine benzemişti. Üçünün birlikte çekindikleri fotoğraflar bence bir ömür seyredilip mutlu olunabilecek fotoğrafları. Abarttığımı düşünmeyin.
Sonra Muş'a atandılar. En son ne zaman görüştük hatırlamıyorum. Yiğit'e sahip olmanın eğlenceli yanlarından bahsedip gülmüştük bol bol.
Sonra geçen pazar ben mutfakta örgü örerken Van'da deprem oldu. Ben, ayaklarımı uzatmış harbi harbi sadece örgü örüyordum. Son dakika haberini görüp "A Van'da deprem olmuş." dedim. O kadar.
Bu geceye dek bu depremin o kadar da büyük olmadığını düşünüp kendimi teselli ediyordum. Pazar gününden beri bilgisayarını açmayan ben açınca güzel haberler almayacağımı bilsem sonsuza dek açmazdım.
Bir gün ona aşk hayatımdaki sorunlardan bahsettiğimde "Bir gün sen de kendi Süleyman'ını bulacaksın!" demişti. Esra'm, güzel dost...
Feysbuk denen illet sitede herkes Esra'nın duvarına saçmasapan üzüntü ifadeleri yazmıştı. İnanmak istemedim. Saatlerce ağladım, feysbuktaki profil fotoğrafıma onları koyunca içimi rahatlatırım sandım, ben de saçmaladım. Baktım olmuyor, değerlime sığındım. Teselli değildi amacım, birlikte ölme sözü almaktı. Aldın mı bilmiyorum. Allah'ım gösterecek sanki bunu... Sanki mi?
Hep kutsal bir aşkın kadını olarak gördüm Esra'yı. Öyle kutsal bir şey yaşadılar ki o kutsallıkla da hayata üçü birlikte sevgi yumağı halinde gittiler. Birbirine sarılı üç beden. Kutsal üç yürek. Düşündükçe içimi elemli bir huzur kaplıyor.
Yiğit zaten sadece altmış gün dünyada nefes alabilmiş bir melekti. Esra ve Süleyman ise aşklarıyla bu dünyayı cennete çeviren birer meleklerdi. Üç melek sadece mekan değiştirdiler. Bizim yüreklerimize geldiler, cenneti sunmaya. Şimdi onların anıları ile yaşayıp onları yaşatma vakti, kim bilir.
Kararımız şu oldu: Evlendiğimizde evin bir yerinde bu üç güzel meleğin fotoğrafı olacak. Her baktığımızda bu acı Van depremini değil aşkı, mutluluğu, erdemleri ve iki insanın birbirine nasıl sevgi ile bakabildiğini hatırlayacağız. Bu karar şimdi lafın gelişi asla uygulanmayacak bir karar değil. Esra ve Süleyman'ı bir gün unutacak olmam onların aşkına yapacağım ihanet gibi geliyor bana.
Şimdi onların ruhlarının en güzel şekilde gökyüzünde bizi izlemesi için dualarımızda onları unutmamalı ve onların bize gösterdiği bu aşk dersini hayatımızda kullanmalıyız.
Yiğit bebek. Sen dünyada bildiğim, dünyadaki en aşk dolu bebektin. Şimdi meleksin.
Van depreminde ya da şu anda dünyanın herhangi bir yerinde hayatını kaybedenlerin ruhu şad olsun.
Aklımdan geçenleri düşünmeden yazdım.
Anlamasanız da olur.
Görüşürüz. Ama ağız dolusu.

16 Ekim 2011 Pazar

Üşümek

... : Çok sıcaksın, ellerimi ısıtsana.
N: Sahiden mi? Getir ellerini, üşüme.

...

...: Çok üşüyorum.
N: Ellerini ver, sıcaktır ellerim ısıtayım.

...

N: Çok üşüyorum.
...: Ellerimle ısıtmayı denesem?
N: Ellerin... Ellerin ne kadar sıcak.
....:Sahiden mi?
N: İlk kez böyle sıcak bir el görüyorum.
.

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Dönüşmüşken



Gregor Samsa’ya…

“Düş; gerçekliği, tasarımı aşan gerçekliği ortaya çıkarır. Yaşamın korkunç, sanatın ise sarsıcı yanı, işte budur.” –Franz Kafka-

            Bir asır önce, yazarların zamandan esinlenerek aynı şeyler düşünüp aynı şeyleri yazdıkları günlerde, yaşanan korkular gerçek olmadı mı sizce de? Her sabah otobüslerde, metro duraklarında, iş yerlerinde gördüklerimiz aslında insan görünümlü Gregor Samsa’lar değiller mi? Ben şimdi öğrencilerimi dönüşmüş bir öğretmenden nasıl korurum onu düşünüyorum. Durup bu konuyla ilgili fetva verecek değilim, her neyse. 
            Bir sene sonra başlayacağım meslek hayatımın asıl korkutucu yanını bulduğum bir kitabı bitirdim az önce: Franz Kafka – Dönüşüm. (Ahmet Cemal tarafından çevirisini okumuş olmak ayrıcalık oldu.) Kafka arkadaşlarına ve nişanlısına bu öyküden bahsederken “iğrenç” diyor. Evet iğrençti. Gece rüyamda böceklerle boğuştum saatlerce. Ya bir seferde okuyup bitireceksiniz uyumadan saatler önce ya da ikiye bölecekseniz uyumadan çok önce böleceksiniz –eğer ben gibi gündüz her yaşadığını, okuduğunu rüyalarına buyur eden biriyseniz tabi. Her neyse.
            Samsa’nın babası, annesi, kardeşi ve benim en çok ilgimi çeken karakter olan evin hizmetçisi… İlgimi çekti çünkü ailenin yaşadığı travmanın yanında o da aslında bir Gregor Samsa olduğu için yadırgamadı hiç Samsa’nın garipleşmiş ve hatta “iğrençleşmiş” bedenini. Bu nedenle ÖSS öğrencileri birbirlerini hiç yadırgamıyorlar belki, belki bu nedenle şef olma yarışında insanlar ne halde olduklarını görmüyorlar… Her neyse.
Ve yine her yerde olduğu gibi burda da karşıma çıkan Tezer Özlü’ye selam olsun. Her neyse.
 

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Beklemek

Gecenin bu vakti komşuda bulduğum internet sayesinde yazıyorum yazımı. Komşuda nasıl internet bulunur bilmiyorum.
Gar'a doğru ömrüm gidiyor. Siz bilmezsiniz, Gar'a gidiyor.
Havaalanlarındaki o pahalı özlemlere inat, ömrüm Gar'a gidiyor. Dost sesi duymaya, ter dökmeye, hasret gidermeye ömrüm Gar'a gidiyor.
Sağlığımı güneşe emanet ettiğim bugünlerde ömrüm doluya gidiyor. Bol bol mantıklı salise yaşıyorum, şükrediyorum. Ramazan'dan sanmayın. Ömür etkisi.
Lafı uzatmanın anlamı yok.
Ömrüm Gar'a gidiyor. Evdeyim, uyumuyorum.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Pasta Börek


Hayatınıza giren insanlardan sonra, yıllar geçtikçe görüyorsunuz ki onlara dair anılarla, şakalarla, düşüncelerle artık siz çok farklı ve onlara dair insanlar oluyorsunuz. Onlar gibi düşünen, onlar gibi hisseden insanlar oluyorsunuz.
Yok bu yazı geçmişe dair değil, rahat olun. Şu andan bahsedeceğim.
"Asla" dediklerinizi hayatınıza giren insanlar bir anda "hep"e çevirebiliyorlar. Ya da yapamam sandıklarınızı alıp hayatınızın ortasındaki alışkanlıklarınıza çevrebiliyorsunuz. Daha birçok şey söylenebilir buna dair.
Bu sıralar bu konu var aklımda. Hayatıımızdaki insanların kişiliğimize, yaşam yapımızı etkileri.
Bunun üzerine aslında bir yüksek lisans ya da doktora tezi yapılabilirdi, en azından şu an için birilerine fikir vermiş olmak isterdim. Ama derdim o değil. Biraz da siz düşünün, örnekler getirin aklınıza; bana yeter sanırım.
Aklımda bu var demiştim ya; yirmi bir yıldır hayatıma girip çıkan insanlardan biriktirdiğim bir kişiliğim olduğunu görüyordum, kendime has ve bana ait sandığım düşüncelerimin aslında okullarda bana aşılandığı, arkadaşlarımın diğerlerinden aldıklarını bana vermeleri yoluyla edindiğim "benden ayrı" bir yapıydı bu.Çok ayrı. Şimdi ise yine hayatıma girenlerle bu "yapı"yı sorguluyorum. Değiştiriyorum, uyarlıyorum, şekil veriyorum. Yine birileri geliyor birileri gidiyor... İlla ikili ilişkiler olarak değil de daha geniş pencereden bakınca... Mesela Özhan Canaydın çıktı hayatımızdan, Ahmet Davutoğlu girdi hayatımıza gibi. Alakasız ama derdimi anlatan bir örnek oldu, mutluyum.
Babam "Bizler aydın insanlarız, değişime açık olmalıyız, bu bizim için çok doğal." derken bunu mu kastediyordu bilmiyorum.
Bildiğim: şu sıralar başımı döndürdüğü kadar hayatımdaki bütün ön yargıları da tersine döndüren; aklımı, fikrimi, bakış açımı genişleten yeniliklerin oluyor olması. Bunu oturup uzun uzun anlatmak isterdim ama zaten yazının baştan sona tamamı onunla dolu. O kim? O ne? Soruların bir anlamı ya da önemi yok. Yalnızca şu sıralar bana ait sandığım yapıma yeni bir baharat ekleyen, "A bu da çok hoş durdu." dememi sağlayan bir lezzetin var olması mühim.
Çoğu insanın tadamayacağı lezzetlerde olduğumu biliyorum, işte bu yüzden bu "yapı" artık "bana ait" diyebiliyorum. Dünya hiç olmadığı kadar ayarında dönüyor bu sıra.
İyi ki'ye.

25 Haziran 2011 Cumartesi

"Tırşik"


Uzun uzun anlatmak istediğim çok şey olduğunda, biliyorsunuz, geceleri uyku tutmaz ve sarılırım kelimelere. İyi geceler şimdiden.
Üzerine sayfalarca yazı yazmak istediğim... Aslında kısa ve net anlatmak daha iyi, ne dersin?
Aşkın birilerini beklemek, birileri için acı çekmek ya da birileri uğruna hüzün dökmek olduğu lise yıllarında değilim.Fark etmem yirmi bir senemi aldı. Canım sağ olsun, daha da geç olabilirdi.
Şimdi aşk diş fırçalarına sığdırılmış şiirlerde...
Yok olduğun anda teriyle seni yaşama döndüren...
Hatalar uğruna acılar çekerken sarılıp hüzünlerini göğsüne döktüğün bir liman...
Liman...
Sorgusu, suali olmayan.
Şükretsem ölene dek her an, şükretsem.
Huzurum size de bulaşsa...
Not: Tırşik Kürtçe karışık anlamına gelmekte : )

11 Haziran 2011 Cumartesi

Toplumsal Kaygılar-1: Öğretmenliğin Kutsallığı


                Malumunuz, finaller bitti. “Herkesler” evine gitti. Final sonrası rutin olarak diğer insanlar ne yapar bilmem ama ben son iki senedir evime gitmem. Zaten hep evimde olduğumdan değil. Farklı sebepler sunabilirim ama başka bir yazıya. Ben genelde finallerim bitince odamı toplarım, ardından notlarımı düzenler ve diğer notların yanına koyarım. Aman aman çok düzenli bir öğrenci olduğumdan ya da çok inek olmamdan vs değil bu. Bu sorumlulukla alakalı. Ki bu sene en çok bunu sorguladım durdum “eğitim-öğretim yılı” boyu.
                Zihin Engelliler Öğretmenliği Bölümü ABD programının üçüncü sınıfında staj başlıyor. Bilenler biliyor. Ben bu sene iki dönemde de ayrı okullarda kaynaştırma uygulamalarında bulunmuş oldum. Benim biricik sınıfım da bulundu tabi. Bu uygulamalar esnasında öyle güzel deneyimler elde ettim ki sormayın gitsin.
                Mesela şunu gördüm: Günümüz öğretmen adayları (Umarım sadece kendi sınıfımdakilerdir. Çünkü en azından azınlık oluyoruz böylelikle.) sadece paranın derdinde. Karşılarındaki öğrencinin ne kadar, hangi beceriyi öğrendiği umurlarında bile değil. Karşılarında aslında bir öğrenci olup olmadığı da umurlarında değil. Abarttığımı düşünmeyin. Staje gelmeyip dersleri geçen insanlar tanıyorum. En azından ben hiç görmedim onları. Her neyse…
                Para için yapılacak bir meslek değil öğretmenlik. Kutsallığı parasından daha önde olan bir meslek. Bu zihniyetle bu bölüme gelen “çoğu” aslında karaktersiz, belirli bir hayat görüşü olmayan ve en mühimi de “insan” olmayan “tip”ler. Hepsi bu. Bunu gördüm. Bu sene bunu buram buram yaşadım. Gördüklerimden biri de şu: Bu mesleği yapmak için belirli erdemlere sahip olmalı insanlar. Bu erdemlere sahip olup olmadığımızı ölçen bir sistem yok. Bu erdemlere sahip olanla olmayanı ayırmaya çabalamayan hocalarımız var belki. Tabiî ki bütün suç onlarda değil. Ama üzgünüm. Sorumluluk sahibi olmayan bir adamın öğretmen olmasını sağlamak ne kadar bağdaşıyor bizim şu meşhur “etik”imizle? Aslında onlar da bir yerde haklı. Ama bu da ayrı bir yazının konusu.
                Bir deste bunu tartışmıştık sınıfça. “Aptal idealist” olduğumu söylemişler ve sınıfta beni destekleyen birkaç kişi çıkınca şaşırmışlardı. Evet, idealistim, aptalım! Bu düşüncelerime, emekli olana dek ya da ölene dek sahip olmak için dualar ediyorum. Dualarımın tek sebebi; daha göreve bile başlamadan staj zamanında işini savsaklayan, öğrencilerine saygı duymayan, mesleğini anlamayan insanlara dönüşmemek. Tek dileğim bu.
                Ha tabi yok mu “cillop” gibi öğretmen adayları? Var. Ama bir elin parmağını geçmiyor. Geçmedi. Geçecek mi bilmem. Umarım üzüm üzüme baka baka kararmaz.
Final sonrası “n. sendromu” diyebilirsiniz belki. Ama bu konu, kafamı çok kurcalıyor bu sıralar. Düşünsenize, bu “tip”ler gelecek nesle şekil verecek, geleceğe şekil verecek, Türkiye’ye şekil verecek, dünyaya şekil verecek. Üzgünüm. Bu konuda, umut verecek cümlelerim yok.
Bu mesleği hakkını vererek yapanlara selam olsun.
Öğretmenlik mesleğini hissedenlere selam olsun.
Bu yazımı anlayanlara selam olsun.
Aynı kaygıları paylaştığım “insan”lara selam olsun.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Dokunmak



Bayan Falkenberg anısına…
                “Artık salondaki piyanonun üzerine küstahça fotoğraflar koyacak kimse yok, ama piyano çalan da yok; son çalınışından beri öylece duruyor, susuyor piyano. Çünkü Bayan Falkenberg yok artık, ne kendine ne başkasına kötülük ettiği yok. Eski şeylerden hiçbiri yok. Övrebö’nün, o eski şenliğine, sevincine bir gün kavuşacağı, çok şüpheli artık.”   -Knut Hamsun/Göçebe-
Sevmiyordu. Sevemiyordu belki de, bütün bu yaşananlar sevme çabasından ileri geliyordu kim bilir. Onun da üslubu buydu “sevemediği adamın” anlayamadığı…
                Bir de “o” vardı, diğeri. Ki o özel olandı. O’nun uğruna ayaklar altına alınan kadınlık gururu, ki aşk için hiçbir önemi yoktu, bir ırmak kenarında yok etmişti onu. Belki de O atmıştı Bayan Falkenberg’i nehre, kim bilir. O’nun elleri, parmakları. Ki ben en güzel parmakları olan tanrının Zeus olduğuna inanırım. Fotoğraftaki parmakları sen ne sandın.
                Piyano çalardı. Güzel, çirkin, hoş… Aklına ne gelirse çalabilirdi o şekil. Parmakları da güzeldi aslında. Kadının yüzü güzelse, her zaman parmakları da güzel, değil. Ama Bayan Falkenberg’in yüzü de, parmakları da güzel. Kadın güzeldi. Güzel bir nehirde, güzel bir geleceği eline alamadan, güzel haliyle ölmüştü. Ölmemişti aslında. Peki ne olmuştu?
                Sevmiyordu. Sevemiyordu belki de, sevme şekli de böyle olabilirdi. Başka biri varmışçasına uzak durarak, yakınlığı hissetmesine izin vermiyordu “sevemediği adam”ın. Tutkusunu uzaktan daha güzel sunduğunu düşünüyordu belki. Belki piyano çalarak.
                Ki ben Bayan Falkenberg’in Harput’ta “sevemediği adam”ı beklerken ölmesini dilerdim. Elinde Zeus’un tuttuğu ince belli bardaktan bir çay ile ölüverip kalsaydı beyaz, plastik bir sandalye üzerinde. Onu da kahvenin sahipleri bulsalar ve dokunamasalardı “sevemediği adam” gelene dek. Üç gün, dokuz gün. Ne önemi var. O güzelliğin cesedi bile çirkin kokmazdı ki. Üzerine yağan yağmurlar, parmaklarını ıslattıkça yeniden doğardı belki. Ne de olsa o bardaklara Zeus dokunmuştu.
                Bir de “o” vardı. Belki de yoktu kim bilir. Belki de Bayan Falkenberg böyle seviyordu işte, sevme şekli buydu. Uzaktan, kimse bilmeden.
                Zeus aşkına, doyalım o halde!

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Blogum seni seviyorum!


Nerden çıktı deme sevgili blog. Deme öyle. Seviyorum işte!
Birkaç hafta önce keşfettiğim çok eğlenceli, güzel, düşündürücü ve en mühimi bana fikirler veren birkaç blog vardı. Haftalarca, günlerce ve yıllarca herhangi bir yeni yazı, görüntü, fotoğraf vs paylaşılmadığını görünce hüzünlenmiştim, kimseyle paylaşmamıştım. Şimdi daha çok içime dert oldu sana yazayım dedim.
Bir gün bu blogu yazmayı bırakıp gidersem -ki öyle bir ihtimal var mı bilmiyorum- üzülürüm bak! Sahiden üzülürüm. Biz seninle ne günler yaşadık sevgili blok. İlk yazdığım günü hatırlıyorum da... Yalan söylemeyeyim hatırlamıyorum.
Ama ben aşkımı, kızgınlığımı, mutluluğumu, ilklerimi ve en mühimi duygularımı seninle paylaştım sevgili blog. Seni öyle bir çırpıda silip atamam.
Hep bilgisayarımı açtığımda kal böyle bir köşede. Engelleseler de seni, ben sana hep yazılar yazayım, kimse okumasa da olur ben kendi kendime çalar oynarım. Yeter ki sen bana hep sayfanı açık tut.
Bak şimdi geniş açıdan bakarsak tek istikrarlı ve "adam gibi" dostum da sen oluyorsun ha! Bu da garip. Dostluk nedir ki zaten. Her neyse felsefe yapmıyorum.
Doğru anladın! Bu sıralar mutluyum. Böyle yüzümde "garfiyıld" gülümsemesi varken dolaşıyorum etrafta. Dilimde Mirkelam ve Kargo ortak yapımı "Lavanta" var. ( http://fizy.com/#q/mirkelam+lavanta )Daha ne olsun.
Sen ol blogum. Ben böyle mutluluklarımı senle paylaşayım ve birgün seni terk edip gitmeyeyim hiç. Tamam mı?
Seviyorum seni. Kendine iyi bak ve de sakın bu dengesiz havalarda üşütüp hasta olma. Görüşürüz bir sonraki "sevgi kabarması"nda :)

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Kafesin Dışından


İçime dert olmuştu aslında. Bir an önce buraya yazmak için fırsat kolluyordum deyim yerindeyse. Ancak fırsat oldu. E malum, şenlikler, konserler, gezmeler, eğlenmeler, şunlar bunlar derken ancak evin yolunu bulabiliyor insan. Şimdi "çılgın kalabalık" bir tip çiziyor olabilirim gözünüzde, öyle de kalsın o görüntü. Bozmayın. "Lankinkin" o öyle değildir.
Her neyse.
19 Mayıs Gençlik Bayramı dedik, biz de o gün bir bayram yapalım dedik. Boşa tatil değildi o gün okullar ve boşa geçmemeliydi zaman. Tabi sabah bir tanecik öğrencim sevgili U.'yu görmeye gittim. Bir saat diye gidip üç saat yanında kalmak bana sürpriz olsa da tadından yenmiyor benim bir tanecik şekerim. Onun da etkisiyle sanırım günüm sahiden bayram oldu.
U.'nun yanından ayrılınca Sevgili dostum "en şirin çikilop" kısaca EŞÇ ile vurduk kendimizi yollara. 220 numaralı otobüse ilk kez biniyordum. 339'u aldatıyormuş gibi hissetsem de canım sağ olsun dedim kendi kendime. Otobüs çok renkliydi. 339 daha bir gri sanırım.
Atatürk Orman Çiftliği'nde geçirecektik o günü. Kararımız bu yöndeydi. Yaşlı bir teyze, tam bir Ankara Hanımefendisi bize yolu tarif etti, ineceğimiz yolu söyledi. O da mutluluğumuzu arttırdı denebilir.
Çiftliğe paso gibi saçmasapan bir şeyle girmiyorsunuz. Öğrenci kimliğiniz yetiyor öğrenci sayılmanız için ki bu muhteşem. Teşekkürler çiftlik yönetimi.
Çiftliğe girdiğiniz ilk andan son ana kadar kendinizi Ankara'nın dışında, belki Türkiye'nin de dışında ve hatta abartıyorum dünyanın dışında hissediyorsunuz. Oranın sahipleri hayvanlar. (Şimdi küfür eder gibi oldu ama öyle.) Herkes gelip geçici orada. Bir hayvanlar kalıyor orada bir hayvanlar.
Kafeslere yaklaşıp baktığımda özgürlüğü elinden alınmış hüzünlü gözler gördüm ben. Kafesin camlarını kırıp önce sarılıp ağlamak ardından da onları Ankara'nın o güzel havasına bırakmak istedim. Çok istedim. Yazının başında gördüğünüz maymun kardeş (ki ben ona artık Domates Güzeli diyorum) insanların ona bakışlarından sıkılmış, içeriye insanların onu göremeyeceği bir yere kaçmıştı. Gerçi ben de insanım En Şirin Çikilop da insan. Biz de gittik karşısında onun kaçtığı yaratıklar olarak, gözüne gözüne flaşı patlattık olacak iş değildi ama oldu bir kere. Kötü ettik. Ama gördük ki hayvanlar mutsuz, depresyonda belki.
Şimdi de empati zamanı. Sizi evinizden alıp bir kafese koysalar. Sonra da bir sürü insan (ya da hayvan diyelim) gelip sizi izlese, baksa, gülse, fotoğrafınızı çekse... Ne yapardınız? Bu da bir ömür sürse. Ben oturur ağlardım, açık konuşayım.
Bu hüzünlü gerçek dışında bir maymunun En Şirin Çikilop'umu korkutması, aslanı esnerken yakalayan bir fotoğraf çekmem, birbirinden güzel renklere sahip kuşları görmem, lama mıydı unuttum şimdi-tükürecekler diye korkmam, o temiz havayı solumam... Bayram olması günün... Çok güzeldi.
Ankara'da böyle bir cennet varken, insanlar evlerinde "maaal mal" oturuyorlar ya, helal olsun! 

8 Mayıs 2011 Pazar

Gece Otobüsleri


Biliyorsunuz, hep değerliydi otobüsler"im". Hep garip garip anlamları vardı otobüslerin bende, hep farklı çağrışımlar yapmak için kullandım onları şiirlerimde, sizin aklınızdaki renklerden farklıydı bendeki otobüs renkleri ve içindekiler hep farklı insanlardı.
Geçen perşembe günü kaza yaptıktan sonra; tamam artık, benim otobüs sevdam da buraya kadarmış. Bugünden sonra ben ölsem otobüse binemem, diye düşünüyordum. Akşam eve dönmek için sabah kaza yapan otobüsün ta kendisini kullanınca bunun böyle olmadığını gördüm.
Kazayı anlatacak değilim. Ama yakışklı muavinimle aramızdaki "paso"nun kurduğu buzları bu kaza eritti çok şükür diyerek geçiştiriyorum. İnsanların ve arabaların arasına dalan bir otobüsteydim o sabah. Sağ çıktım. Küçük bir travmaydı belki de ağlamam.
Her neyse...
Ege Mahallesi otobüslerini kullanmaya başladım başlayalı zaten bi illallah halim vardı, egolardan. Otobüsün kalabalık olması vs dert değil. Kokuya aşırı duyarlı oluşum her şeyi mahvediyor. Bir de her saat kalabalık olan 330'u kullanmak zorunda kalmışsam... (Böyle durumlarda yaşasın 339!) Of of! Bu akşam da öyle oldu.
Bir şiirim vardı: http://www.antoloji.com/gece-587-siiri/ Şiirimde gecenin geç saatlerinde, kaldırımlarda yürürken aklıma takılan cümleleri sarf etmiştim. Yine böyle bir gece geçirdim az önce. Ama yeni bir şey fark ettim. Bizim bildiğimiz geceler her yerde aynı. Issız, korkutucu, sessiz ve bazen görkemli... Bütün otobüsler ya boş ya da bir iki konuk götürüyor gittikleri yerlere. Ama Ege Mahallesi otobüslerinde bu böyle değil işte. Otobüse binince (kapıya ne kadar yakın olursanız olun bir şey fark etmiyor) bir cümbüş alıyor sizi içine. Herkeste bir eğlence, mutluluk, coşku. Gecenin ıssızlığı otobüsün kapısı kapanınca dışarda kalıyor sanki. Camdan sessizliğini ve boşluğunu izlediğiniz dünya çok başka, uzakta. Bunu 330'un hissettireceğine, dün sabah anlatsanız, inanmazdım. Az önce yaşadım, içimde huzur.
330 eskiden benim için sadece uzun, upuzun bir "yığın"dan ibaretti. 263, 339, 284 gibi özel anlamları yoktu. Ama bu geceden itibaren biliyoruz ki -artık siz de biliyorsunuz- 330 gecelerin renkli köşesi. Kimse bilmese de siz uyurken, o Kızılay - Ege Mahallesi arasında kahkahalar atarak yoluna devam ediyor.
Ve küçük bir tavsiye, denemedim ama hoş olabilir: Moraliniz bozukken gecenin bir vakti binin bi' gece otobüsüne. Ama Ege Mahallesi olanına, yani gecenin renkli köşesine. Son durakta indiğinizde bi' bakın bakalım dert hangi durakta inmiş.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Kadın mı dedin?

Bugün otobüste, gözümün bir kadını taciz etti, hayvanın biri.
... 
Aslında uyudum ama ağlayarak uyanınca yine kendimi bilgisayarın başında buldum. Bu uykusuz geceler beni daha sorumlu dünya vatandaşı yapacaksa ne mutlu bana. Aslında önce Ankara'da yaşamayı öğrensem bana yeter de artar bile ama Ankara'ya laf edince de büyükşehir belediye başkanı hemen üzerine alınıyor. Konum siyaset değil. Geçiyorum hemen.
Uzun bir aradan sonra adam gibi uyandım. Derse gitmek adı altında otobüse bindim. Hatta paso göstermediğim için takıştığım muavinle, paso aldığım için barış bayrakları çekmiştik. Mutluydum. Bugün çirkin olsam da güneş vardı ya hani, umut.
Boş bulduğum koltuğa oturdum.Daha sonra otobüs dolmaya başladı. Önüm, arkam, sağım, solum... Dolu. Otobüsün boş yerini bir tek muavin görüyordu, keklemiyorsa.
Knut Hamsun'ın Göçebe'sini okuyordum, gözüme bir el ve bir penis ilişti. Yok, adam penisini çıkarıp ortaya koymadı. Pantolonunun içinde oynayıp duruyordu "şeref"! Önce aldırmadım. Kaşınmıştır hacı, dedim, insanlık hali. İki sayfa geçti, karakter sevdiği kadının konağına vardı... Bir baktım adam, önümde oturan kadının omzuna "abanıyor"! Ne yapardınız?
Ayağa kalktım.
"Buyurun siz oturun." dedim.
İçimdense: "La" şerefsiz! Sabah sabah aklında, beyninde ne kadar boşluk var bilmiyorum ama ağzına tüküreyim ki sana hiçbir şey söyleyemiyorum. Şu kadının gözlerindeki korkuyu sana bir gün biri yaşatsa ne yapardın? Şimdi o penisi koparıp eline vermek vardı ama hani ben Polyanna'yım, iyi insanım ya! Hâlâ sana siz diyorum. Keşke küfür etmeyi bilsem de bir güzel tükürsem ağzına!
Demedim.
Adam oturmadı. Otobüsün arkasına doğru ilerledi. Kafasında türban, bir kadın vardı. Mesafesini koruyarak devam etti yoluna.
Önümde oturan kadınla göz göze geldik. Anladım. Anladı. Sustuk ikimizde. Sustuğum için bütün yol kendime kızdım. O ne dedi kendine, bilmiyorum. Ama gözleriyle bana bir minnet uçurdu ki sormayın!
Beyaz sakalları vardı. Yaşı kırktı belki, belki daha da büyük. Dış görünüşünde senelerin emekçisi tipi vardı. Yolda görsem saygı duyardım. Pantolonundaki penisine sahip çıkamayan bir adama, bunu görmesem saygı duyacaktım. Şükredecek ne saçma mevzu değil mi?
Ağlayarak uyandım. Çünküsü; işte.
Bugün bir "adam" bir "kadın"a izinsiz, saygısız dokundu. Bugün bir "adam" bir "kadın"ın hayatına bir travma ekledi. Nedeni? Ben bilmiyorum. O biliyor. Bugün bir "adam" bir "kadın"ı yok etti.
Ellerim titriyor. 
Siz olsanız, ne yapardınız?

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Süper iyi bir gün - iki


Yorgun gecelerin ardından
Hep aynı yere dönerken
Islak sokaklar boyu düşündüm
Uyku tutmadı evet. Kendimi depresyona girip internetteki hesaplarını kapatıp ardından geri dönmüş garip yaratıklar gibi hissediyorum. Ama amacım “a bak koçum depresyondan çıktım” demek değil. Öyle bi’ durum da yok açıkçası. Uyku tutmadı sadece. Belirli bir sebebi yok. Aklımda bir şarkı. Ses pek de yabancı değil.
Eğer şiirlerinizin en nihanına dokunan biri varsa, uzaklaşın bence kendinizden.


Borcum varmış gibi kendimden
Gülümseme beklerken
Tren yolları boyu düşündüm
Dikimevi’nde bir köprünün altından geçer tren yolları. Göreniniz var mı bilmiyorum. Dikimevi kavşağı tam bir kavşaktır. Dört tane yol vardır ya hani, hangi yola dönsen farklı bir dünyadır. Bende ise artık bütün yolların anlamlar farklı. Birinde huzurum var, yuvam. Diğerinde özlemlerim. Diğer yolda heyecan ve en sonuncusunda ise yabancılık.  Dikimevi kavşağı, dört yolu, her neysen. İyi ki Ankara’dasın ve iyi ki ben her gün huzurumdan özlemlerime yol alıyorum senin sayende.
Eğer ömrünüzde kullandığınız bir isim diğer isimleri geçmişse, uzaklaşın bence kendinizden.

Sanki yıllardır uzaktayım ben
Özlemlerin hep sessiz, derinden
Bu duygu bana özel sanırdım. Hani lisede ailemden ayrıydım, hayatımın –şimdiye kadarki- en tutkulu aşkı hep özleyerek geçti vs derken hep yabancı ve özlem dolu bir hayatım var ve özelim diye düşünürdüm. Seneler sonra üniversitede öğrendim ki bu ergenlerin “efsane kişilik” düşüncesi. Sağlıklı olan öyle düşünmemdi evet, neyse ki görüyorum herkesin ömrüne dokunuyor bu uzaklık… Bu derinden özlemeler.
Eğer özlemlerinizin yüzeysel ve boşa giden bir duygu olduğu kanısındaysanız, uzaklaşın bence kendinizde.

Ama yalanlar görüyorum hala
Burdan bakınca şu sonsuz dünyaya
“Ayol ben hiç yalan söylemedim, aha hah!” diyen tiplere inanmam arkadaş. İnanamam. Her zaman doğruyu söyleyebilen insan, insan olamaz ki. Doğru hatırlama motoru, unutmama makinesi falan olması lazım. “Hatırladığım kadarıyla sana hiç yalan söylemedim.” derim ve söylemem… Bu basit bir güven problemidir bende. Şimdi bakıyorum şöyle geriye, aman Allah’ım! Ne yalanlar ne yalanlar! Hani en çok güvenip sırtımı yasladığım, omzunda ağladığım, göğsümde ağlamasına izin verdiğim yürekler… Aman Allah’ım! Sahiden dünya sonsuz!
Eğer söylediğiniz yalanlar duyduklarınızı geçmişse, uzaklaşın bence kendinizden.

Olsun demek de zor artık
Çocuk düşlerimiz yok artık
Esas kadın “Biz de mutsuz olalım.” deyince ilk aklıma gelen Emrah Serbes’in satırları oldu, kabul. Sonra o satırların doğurduğu duygular. Yahu hep mutlu olacak değiliz ya, biraz da şöyle ağız tadıyla ağlayalım. Dur bir bakalım mutsuzken de çekici oluyor musun/muyum? Değil mi ama? Ama bir kere mutsuzluğa alışınca geçiştirmek o kadar da kolay olmuyor, ne dersin?
Eğer inanmadığınız bir ömrü yaşıyorsanız, uzaklaşın bence kendinizden.

Erken ölümlerin ardından
Hep aynı yere dönerken
Islak sokaklar boyu düşündüm
İnsanları ömrümüze alırız, insanlara ömrümüzden yollar veririz, yıllar veririz. Bu sürece “yaşamak” diyenler de var. Sanırım onlardan biri de benim. Böyle tumturaklı cümleler kurarak derdimi anlatamadığımdan hep duygularım erken öldü. Karşımdakini de erken öldürdüm. Kalbimin cellâdı pek bi’ zalim, elinde baltası… Gezip duruyor mabedimin garip yerlerinde. Bir bakmışım, güvendiğim “dağ” ölmüş. Bir bakmışım… Başladığı yerdeyim.
Eğer birinin kaybolması gerekse ve siz kendinizi ortaya atıyorsanız, uzaklaşın bence kendinizden.

Solmuş insanların yüzünde
Gülümseme beklerken
Tren yolları boyu düşündüm
Dolmuşlarda, otobüslerde, konserlerde, derslerde… Etrafıma bakıp somurtan insanlar görünce gülüyorum. İçimden diyorum ki “Evet burda gülen biri var.” Bu bile bana yetiyor bazen, umut.
Eğer ağlama molalarında gülüyorsanız, uzaklaşın bence kendinizde.

30 Nisan 2011 Cumartesi

Yüzümde Güneş


Güzel bir bahar sabahına uyanmıştım, aslında dansçı insanların eşlerinden çocuklarından bahsedecektim, nasıl bir yaşam sürdüklerinden ama birkaç kasıntı yazı okudum. Hani şu yeni yetmelerin "sanat" yapma çabalarını buram buram hissettiğimiz... Hani asıl "sanat"ın "içimizde" olduğunu unutanların... Sonra da kendilerine entellektüel diyenlerin. İçim parçalandı ama bugün huzurluyum. Bahar geldi yahu, üşümüyorum.
... 
Bahar benim için güneş açınca, herkes renklere bürününce gelmiyor. Bunu biliyordum. Farklı bir anlamı daha olduğunu şu sıralar fark ediyorum. Bahar dediğin bir sabah uyandığında yüzüne pencereden güneş vurunca gelirdi, evden çıkarken "zehirli sarmaşık" vari bir şarkı söylerken gelirdi, yaşım artınca gelirdi... Ama artık bir şey daha var..."Tiril tiril" dediğimiz türden etekler vardı ya hani, hemcinslerim bilir. Etek üzerinde var mı yok bilmezsin, o kadar rahattır ki ne üşürsün ne yanarsın. Tiril tirillik de görüntüden ileri gelir. Rüzgarda tiril tiril salınmasından...
Böyle etekler giymiş modellerimi, güneş ışığının altında bol bol ölümsüzleştiresim var aslında. Ama yine evde oturup sorumluluk tüketmece zamanı. Sorumluluklar tükenirken ömür de tükeniyor olmasın?! Saçma bir ayrıntı. Zaten bitsin diye yaşamıyor muyuz? Dur yahu, bu da çok karamsar oldu ben gibi ölümden korkan insan için.
... 
Evet şimdi gözlerimizi kapatıyoruz. Odanın penceresinden içeri süzülen bütün güneş ışınlarını seçebiliyorsun, son durak yüzün. Üzerinde tiril tiril bi etek/elbise/pantolon/şort hangisi tercihse, o var. Ve kulağında Roberta var ( http://www.youtube.com/watch?v=ptDyxigOQJU ) . Aylardan nisan. Yüreğinde huzur.
Bi reklam vardı "evdeki huzur zenginlik budur" diyen. Öyle. Ama huzur gözlerde en çok. Çünkü değerliler en çok oradan anlar seni. Nefes alıp verdiğinde burnunda papatya kokusu var ama uzaklarda bir yerlerde. Öyle güçlü ki, ömrüne anlam veren güçlü kavramların gibi o da havana anlam veriyor. Durup düşündün şimdi değil mi hayatındaki güçlü kavramların neler olduğunu?!
Şimdi gözlerini açabilirsin.

20 Nisan 2011 Çarşamba

Deve Kuşu


O inince, otobüste unutulmuş bir valiz gibi kalakaldım. Tek fark gözlerim... Kimsenin bana aldırdığı yok, benim de onlara. Belki de otobüsün en arkasında olduğumdan?!
Otobüse birlikte binmiştik. Yolun sonuna dek birlikte mi olacaktık, bir önemi yoktu. O an, o otobüsün en arkasının bir önünde diz dize oturuyorduk işte.Ya hiç inmeyecekti ya da birlikte inecektik. Ama bir an inilmesi gereken durak geldi, indi.
Yağmurun yağmasını beklediğim her gün şemsiyem yanımda olurdu, yine öyleydi. Çantam, şemsiyem ve ben koltuğa yapışmış bir leke gibi duruyorduk otobüste. Tandoğan, Kurtuluş, Dikimevi, Abidinpaşa derken... Lekeler çıkmadı. Lekeleri çıkarmaya çalıştık mı bilmiyorum. O da bilmiyor, belki.
Nisan geldi geçiyor. Bahar güya, üşüyorum. Umulmadık insanların nefesleriyle ısıtıyorum ellerimi. Görmediğim sokaklara dalıp kurtuluyorum tanıdık rüzgarlardan. Kimsenin duymadığı şarkıları söylüyorum, içimden. Daha çok yürüyorum, eskisinden daha çok. Yollarımın sonu "inilmesi gereken durak"a varacak diye belki... Belki otobüslerde unuttuklarımı bulacağım diye... Fikrim yok. Otobüsün arkasında unutulmuş bir yürekken anlamı olmuyor belki de her şeyin.
Yani... 
Denedikçe olmuyor. İnilmesi gereken duraklara varıyor otobüsler, birileri adımlar atıyor merdivenlerden birileri de unutuluyor en arka koltukta...
Denedikçe olmuyor.

3 Nisan 2011 Pazar

Penceremdeki Dağ



Fotoğrafta görmüş olduğunuz kare; içinde yaşadığım, her gün baktığım, artık içinde kendimi bulduğum ve her şeye olduğu gibi ona da anlam kattığım “pencerem”. Bir televizyon programına başlar gibi bir halim var, bunu kesmeliyim!
Malum, vize dönemi acı dönemi. Vize döneminde de en çok vakit geçirdiğim yer çalışma masam ve çalışma masamın karşısındaki manzara en çok baktığım manzara. Eminim ki hiçbir sevdiğim adama bu kadar çok bakmadım! Bilinen sebep: İnsanların gözlerine bakamıyorum. Neyseki manzaramın gözleri yok, dağları var. Şükretmeli.
Dağlar da nerden çıktı derseniz uzun hikaye ama anlatmaya niyetliyim. Okumaya niyetli olmayanları sağ üst köşedeki çarpı işaretine davet ediyorum.
Son zamanlarda çetin (!) günler yaşıyor falan değilim. Dağlar ordan gelmiyor. Bilinçdışımda neler olup bittiğine hakim değilim, özellikle artık kendimi dinlemeyi bıraktığım andan beri rüyalarıma önem vermiyordum ama iki gün üst üste dağlar, tepeler ve bol bol trafik kazaları görünce dur aman, dedim. Bu işte bir iş var. Sonra bu sıralar rastgele okuduğum şiirlerde, tesadüfen dinlediğim şarkılarda bol bol dağ olduğunu gördüm. Aşılamayan, gidilemeyen dağlar. Sanırım inandığım güç, bana bir mesaj vermeye çalışıyor diyordum ki bugün ders çalışırken kendimi penceremden görünen bu dağa dalmış gitmişken yakaladım. Her şeyin sebebi günlerdir karşımda duran bu dağda olmasındı sakın! (Bu cümle yapısını da hep kullanmak istemişimdir!)
Şaka bir yana evet bunu düşündüm. Günlerdir bu dağın karşısına geçip ders çalışıyorum ve hatta aylardır ben bu dağın karşısında şiirler yazıyorum, şarkılar dinliyorum, yazılar karalıyorum, birilerini düşünüyorum, birilerine ağlıyorum, anılarımı fotoğraflıyorum vesaire. Yapıyorum yani bir şeyler. Yani bu “penceremdeki dağ” son zamanlarda tek dert ortağım olmuş çıkmış da haberim yokmuş benim! Çok büyük haksızlık ettim sana sevgili dağ, çok büyük. Nasıl af dilesem derken işte bak bu yazı sana geliyor!
O dağın üzerinde garip anılarla dolu garip binalar var, biliyorum. Şimdi buraya sıralamanın anlamı yok. Bol bol acılar çekilen yerler var, belki de bi’ çocuk parkı var orda, her gün çocuklar oynuyor… Ben görmüyorum tabi. Akşamları yanıp sönen ışıklarda kimler kimleri hayal ediyor bilmiyorum. Ya da o dağdan bu tarafa kimler bakıp bizim ışıklarımızı görüyor?! Düşününce muhteşem bir şey bu.
Öykü bundan ibaret. Aslında çok da uzun değilmiş. Ya da şimdi bana kısa geldi o dağa beslediğim sevginin yanında.
“Yine” adlı yazımdaki köpeğin ardından sanırım bir meçhul dostum daha oldu. Meçhul ama dizimin dibinde, hep penceremin karşısında. Her sabah beni selamlayan, her gece iyi geceler dileyen… Dost işte, hep var. Bu dağa da bir isim düşünmek gerek sanki. Yoksa sadece “penceremdeki” diye mi kalsa adı? Bilemedim.
Sevgili penceremdeki dağ. Senle az ağlamadım. İyi ki varsın. Sanırım bu ara beni anlayan bir tek sen varsın. 
Yazıya özel şarkı: Mor ve Ötesi - Sor

22 Mart 2011 Salı

Yol


Gitmek mi yitmektir kalmak mı artık bilmiyorum
Yerini yadırgayan eşyalar gibiydim ya ben hep
Ve inançlı, gitmenin bir şeyi değiştirdiğine.
Bilmem, belki bu yüzden
Ben sana yanlış bir yerden edilmiş bir büyük yemin gibiydim.
Beni hep aynı yerimden yaralayan o eve
Yine de döneyim döneyim istedim.


-Birhan Keskin-

8 Mart 2011 Salı

Asıl olan


Evet Ankara'yı da severim karlı sokaklarını da... Ama konu bu değil... 
Herkes konuşuyor bır bır bır... Aman da aman hediyesini aldım, aman da aman şöyle dedim böyle yaptım vs. Ama bir durup düşünüldü mü bilmiyorum.
Konuyu araştırırken arama motorlarına "8 mart dünya kadınlar günü" yazınca otomatik çıkıyor ama "gününün" deyince bir şey çıkmıyor... "anlamı" deyince ise yine boşluk. Demek ki kimse merak etmemiş o kadar.
Bugün üniversitedeki posterler ilk kez işe yaradı. Bir şey öğrendim!
Bugün dünya kadınlar günü değil. Dünya Emekçi Kadınlar Günü! Kafamıza sokalım.
Sonra...
Bugün, kutlanır mı bunu düşündüm. Kutlama mı anma mı...
Gelelim anlamına. Seneler, ülkeler, kişiler önemli mi bilmiyorum. Üstün körü anlatayım. Siz sadece "kadın" kelimesine odaklanın ama ayrımcılık yapmadan!
Seneler önce bir ülkede kadın işçiler daha iyi çalışma koşulları için eylem yaparken "güvenlik güçler" tarafından bir fabrikaya kapatılıyorlar. Çıkan yangında 189 -emin olamadığım bir sayı, her kaynakta farklı yazıyor- emekçi kadın yanarak can veriyor.
Ardından başka bir ülkede bugünü "dünya emekçi kadınlar günü" yapalım, analım diye bir karar alıyor "büyük adamlar"...
İşte o gün bugündür anıyoruz.
Kutluyor muyuz? Evet. Bir arkadaşım anlamının sapmış olduğunu, mühim olanın kadınların önemini vurgulamak olduğunu söyledi ama... Aklımda hâlâ soru işaretleri...
Ve gelelim bugüne.
Ben yine otobüste kadın olduğum için taciz edildim.
Bir adam benden daha büyük olduğu için yolumu kesip önümden geçebildi.
Sohbetlerde "kadın" olduğum için siyaset yapamadım, maçlardan konuşamadım. Konuşunca "sen ne biçim kadınsın" dendi.
Hoşlandığım bi adama "ne kadar yakışıklı görünüyorsun bugün" diyemedim. Kadınım ya, susacağım. Ne kadar güzel görünürse görünsün, susmalıyım. 
Bankada sıra beklerken "erkek"ler tarafından rahatsız edildim.
Ha bir de otobüste parasını uzatmamızı isteyen bir adam elime dokunmamak için yanımdaki adama verdi parayı. Göz göze geldik. Hehey amca, dedim, sen neresidesin dünyanın ben neresindeyim...Duymadı.
Aklıma gelmiyor daha... O kadar çok "erkek" var ki.
İşin kötüsü "kadın" olduğunu unutanlar var. O daha beter. Unutturuldu mu, bilerek mi unuttu bilmem... Sonuç olarak aklında yok ya, gerisi bahane...
Evet, aklımda çok soru işareti var...

27 Şubat 2011 Pazar

Süper iyi bir gün


Her saniye
Sessizce akarken hayatımdan 
Oldukça durgun ve sakin
Düşünerek geçen her saniye, bir asır gibi gelir ya hani. Asır abartılı oldu, tamam. Saat ve gün daha yeterli sanki. Şöyle bir örnek versem beni anlarsınız. Yolda yürüyorsunuzdur. Defalarca bu yoldan aşklarla, dostlarla, düşmanlarla geçmişsinizdir. Bir önemi yoktur o an geçmişteki geçişlerin ama o an geçiyorsunudur işte. Tek başınıza, düşüne düşüne. Yolun ömrü uzamaz mı o zaman?

Geçmişin hiç önemi yoktu 
Yutkunduğum o serin anda
Kimin söylediğini hatırlamadığım bir söz var aklımda. Tam hali de yok zaten beynimde. Ama demek istediği şuydu; geçmişi yaşadın bitti. Şimdi geleceği de düşünme. Onu da henüz yaşamadın. Ama şu anı yaşıyorsun. O zaman ne geçmişi ne de geleceği düşünerek şu anı mahvetmenin bir anlamı yok. Ne geçmiş tekrar yaşanacak, ne gelecek şimdiden yaşanmaya başlanacak. Yok öyle şey! Adam gibi yaşa bu anını, sonrasını öncesini elleme. Bırak hayat aksın. Ve bir gün bütün bunları tek başına, buz gibi odanda düşün, yutkun. Üşü.

Sonrası yoktu
Dakikalar yaklaşıyor
Kimse duymadan
Öleceğinizi bile bile yaşarsınız. Sonrası yoktur. Öleceğini bile bile çocuklar doğurur kadınlar, gideceğini bile bile kadınlar sever adamlar, unutacağını bile bile bel bağlar adamlara umutlar, söneceğini bile bile umutları düşünür akıllar. Kimse duymaz.

Sonrası yoktu
İnanmak çok zor hâlâ
Buna bir de şu açıdan baksam... Sokakta yürürsün ama o an kimi düşündüğünü kimse bilmez. Kimse duymaz. Sen düşünürsün, bir bir yaklaşan dakikaları arkana alırsın ve kimse duymaz. Düşündüğünü düşündüğün zaman bu gelir aklına, herkes yabancı olur. Bir sen ve varsa "o" içindekidir, gerçektir. Ama sonrası yoktur.

Bir başka zaman
Belki bugünkinden boş olsa da
Bugün pazar. Günler sonra adam gibi bir boşluğum, huzurum, tek başınalığım var. Oturup rahat rahat planlar yapabilirim. Neler olmuş düşünebilirim, saçmasapan parmak hareketleri gerektiren ama insanı iyi oyalayan örgü örme, notları düzeltme vs gibi oyalayıcı işleri yapıp stres atabilirim. Şiir yazıp kitap okuyabilirim. Müzik dinleyip o şarkılar için de yazı yazabilirim. Mektuplar yazabilirim hiç yollamayacağım...
Farklı bir gün olsa ve bugünden daha boş ve daha huzurlu olsam yine aynı şeyi mi yapardım?

Bazen gülüp bazen ağlarken 
Bildiğim tek şey buydu zaten
Derin bir nefes çektiğin o anda
Bu sıralar bir de neleri gerçekten biliyorum, neleri sadece öyle olsun istiyorum ve neler hakkında en ufak fikrim yok bunları düşünüyorum. Evet özel eğitim ilgi alanım değil ama öyle olsun istiyorum. İlgi alanım olsun değil, orda bir yerlerde dursun... Evet psikoloji hayatımın her yeri, her şeyi. Her ne kadar diğer insanlar gibi olmamı engellese de seviyorum. Herkesin aslında ne demek istediğini ucundan kıyısından bilmek, garip bir sorumluluk yükler. Masumiyetsizlikleri fark edince, derin bir nefes çekmekten başka çaren olmaz. Çünkü her daim masum olmayan çekicidir. Tercih edilen odur, vazgeçilemez olan... Masumiyet ise eninde sonunda dönüp dolaşıp gelendir. Şunu unutmamak gerek sanki; masumiyette bir gün öyle gider ki dönmez... Bildiğim tek şey buydu zaten. 

Sonrası yoktu
Dakikalar yaklaşıyor
Kimse duymadan
Athena'nın bir şarkısı nelere kadir gördünüz mü? Kimse duymadan neler paylaştım bir anda, herkese.
Sonrası yoktu
İnanmak çok zor hâlâ
Bu sıralar inanmakta güçlük çektiğim en mühim konu ise şu: bir dönemde insan en fazla ne kadar ders alır, kaç kitap okur, kaç ödev teslim eder, kaç derse girer ve kaç tane yoklama kağıdı imzalar da ölmez?Rekora koşuyorum sırf sevdiklerim uğruna. Sevdiklerim deyince somut somut insanlar düşünmeyin. En değerlilerimin soyut, duygular olduğunu bile bilir.
Dönem sonunda ölmezsem inanmakta güçlük çektiğim şu günlere inanacağım. 

Dur bir baksana
Neler geçirdin şu an içinden
Yanımda biri varsa ve aynı anda susmuşsak ve aslında ona söylemek isteyip de söyleyemediğim bir şey varsa hemen bu soruyu sorarım. Ne düşündün? Aynı şeyse hemen söylerim, korkmam. Farklı şeyse susarım, düşünürüm, yine söylerim. Söylemezsem yanımdaki "duygu eksikliği sendromu (ben artık buna kısaca DES diyeceğim)" yaşayanlardan ne farkım kalır ki? Hani ben duygularımı en uç noktalarda yaşarım, sevinirken uçar, üzülürken ölürüm ya... Hepsi bundan. Tanrım, erozyona uğratma duygularımı...

Boşver akıyor
Dakikalar artık yalan oldu
Derin bir nefes çektiğin o anda
Şarkının bir yerinde asıl olanı söyler sanatçı. Ama sanatçı. Sesi bütün şarkının aksine daha "değişik"tir. Duygular daha çok dışarda ve daha çok masumdur. Asıl oralara bakmalı değil mi? Hani ağlarken insan yalan söylemez, sarıldığında hissettiğin beden de yalan değildir. Seni öperken yüreğine dokunan ruh da yalan olamaz. İşte o şarkının farklı, "değişik" yerindedir ömrün... Derin bir nefes. Oh mis. Artık her şey yalandır. Boşvermek gerekir. Nefes!

Sonrası yoktu
Dakikalar yaklaşıyor
Kimse duymadan 
Sonrası yoktu
İnanmak çok zor hâlâ