Zevkti. Bunu severek ve severek yapıyordu. Başkalarının; komşusunun, iş arkadaşlarının, arkadaşlarının, düşman dediklerinin, bildiklerinin ve bilmediklerinin günahları çok kabul edilebilirdi. Dudaklarındaki ruj, elindeki tesbih bu günahlardı.
Bilmiyordu.
Kendi günahları da diğerleri için öylesi cehennemlikti, bilemiyordu. Kendi günahlarını bir sebebi vardı. Bir bildiği vardı onun bu günahları işlerken ama "diğerlerinin" yoktu.
Nasıl olabilirdi?
Onların bir kalbi, beyni ve yaşantısı yoktu. Sadece bıyığından, alınmamış kaşlarından, kepekli saçlarından, üç günlük traşından, ayağındaki soğuk kuyu lastikten, başındaki türbandan ve daha nice "berbat" ihmallerden ibaretti. Düşünemezdi.
Günahları da konuşulmaya açık olabilecek kadar meşru...
Kendi günahlarının sorumluluğundan kaçması ya da sahiden bundan zevk alması değildi bu ruhun meselesi.
Bir yerde yanlışlık vardı ve başkalarının yanlışlıkları o kadar lezzetliydi ki!
Konuşuyordu.
İçini döke döke konuşuyordu.
Kendi saçları yağlı günleri, beş kuruşsuz zamanları, yadırganan sakalını, eğreti duran "türban"ını kusuyordu.
Ve herkes ölüp aynı tanrıya hesap verecekti.
Gece aklına geliyordu, neyseki!
...
"Başkalarının günahıyla aziz olamazsın. " Çehov.
15 Aralık 2013 Pazar
3 Kasım 2013 Pazar
Evlenme Teklifi Duygudurumları
Aslında her şey Mirkelam'ın bu şarkıyı yapmış olmasından belliydi. Bizim ilişkimizle paralel giden Mirkelam'ın sanat kariyeri yine bizi fena yakalayacaktı. Bunu bilmeliydi.
...
Bizde böyle. Diğer kültürlerde nasıldır bilemem. Bir insan cinsiyetinin farkına varıp "kadın" olduğunu fark ettikten sonra ileriye dönük kurduğu hayallerden biri de her zaman "evlenme teklifi alma" olayı olagelmiştir. Erkeklerde böyle bir hayal kurma durumu var mı bilmiyorum (Aslında bir fikrim var. Bakınız: Leap Year filmi.). Malumunuz, evlenme teklifini genelde erkekler "ediyor". Kadınlar ise masum masum (!) bekliyor ki ben hiç masum değildim.
...
İç ses: Attığım her adımı sanal alemde yayınlamaktan ya da "Ay bak ben geziyorum/evleniyorum/farklı bir şeyler yapıyorum!" muhabbetinin her adımını paylaşmaktan hoşlanmıyorum. Git gide bu blogu ve sosyal paylaşım sitelerindeki hesaplarımı sorgulamaya meylediyorum. Ancak bu kez heyecanın fark ettirdiği bir tespiti paylaşmak amacım. Eminim herkes hak verecek bu tespite.
...
Eğer ilişkiler belirli bir yaşa gelmişse, bu ister bir ay ister on yıl olsun, ilişkinin olgunluğuyla ilgili olarak adımlar atılması ihtiyacı doğuyor. Bunlar ister beraber yaşama kararı ister evlenme kararı olsun ilişkiye yeni ufuklar açıyor, kendini tekrarlamaktan kurtarıyor ki bu da ilişkiyi genç tutuyor.
Bizim ilişkimizin olgunluk çağı geldi mi gelmedi mi emin değilim ama... Bir farklılık ihtiyacı olduğu ortadaydı.
Bundan iki sene önce Dikimevi'nden geçen dolmuşun şoförü "Abilerim çökün, ablalarım ayakta kalsın." dediğinde bir ayakta kalan "hanımabla" bendim. Karşımda diz çöken Değerlim o an evlenme teklifi edip otobüsteki bütün yaşlı teyzeleri güldürmüştü. Tabi ki bu resmi bir evlenme teklifi olarak kayıtlara geçemezdi! Geçmemeliydi!
İşte ondan sonra içimdeki vahşi Nihan ya da "genç kız Nihan" ortaya çıkmaya başlamıştı. Artık uygun ortam vardı, masum masum (!) beklemeye başlayabilirdi gerçek bir teklifi.
Okul bitti. Defalarca romantik şehirlere gezmelere gidildi. Çok çok uygun ortamlarda bulunuldu ama bir türlü evlenme teklifi o dolmuştan sonra iki sene geçmesine rağmen gelmiyordu.
Tek taş?
Hayır hayır. Hiçbir zaman istemediğimi artık Güney Kore'deki elektrik mühendisleri bile biliyordu!
...
Bu süreçte insan hayaller kuruyor, internetten romantik romantik adamların güzel güzel kadınlara evlenme teklifi sürprizlerini izliyor, etrafındaki dostlarının aldığı teklifleri görüyor, kendisi planlıyor, uygun ortam olunca umutlanıyor...
Sonra süreç uzayıp nişan tarihi belli olduktan sonra umudu kesiyor!
...
Tam bu sırada Dar Ayakkabıyla Yaşamak adlı oyunun provaları oluyor, oyuncu abilerimizden biri Değerlimle kumpas kuruyor, Nihan bir şekilde sahneye çıkıyor ve Nihan'dan bir bomba!
İki senenin ardından bilinçaltı, sahnede bir şey yapması istenen sevgilisine "Evlenme teklif et bari!" dedirtiyor Nihan'a.
İlk gol Değerlime gidiyor.
İkinci golse Nihan'a.
Değerlimin cebinden çıkan bir kutuyla bu kez şaşıran taraf oyunculardan ve kardeşimden sonra ben oluyorum.
Sonrası yok.
Kendime geldiğimde öğrencimle ders yapıyordum. Ne işledik hatırlamıyorum.
...
Buraya kadar abartılı abartılı anlatıyorum ki asıl konuma geleyim.
...
Hazırlık, hayaller... O şöyle derse ben böyle derim. Şu daha güzel kabul etme şekli... Kur sen planı kur!
Hayır dostum, o öyle olmuyor. Bir anda oluyor her şey. Hiç aklına gelmiyor o an bir teklif alacağın ve bir an önce sevdiğine sarılmak için hemen bir cevap veriyorsun. O hayallerde kurdukların mı değil mi hatırlamadığın bir cevap bu! Bir anda oluveriyor yani.
...
Evlenme teklifi saatlerce sürmüyor dostum. Kısacık bir an yani! Sonra hatırlamayacağın, heyecanla bilinçaltına gömeceğin bir an. Saatlerce aptal aptal gülümsemeni sağlarken bir yandan da "Ne kadar kısa sürdü!" dedirten bir an. Gelip geçiyor, sen tadını çıkartacak sakinliğe sahip olamıyorsun.
...
Ve belki de aslında "hayır" diyeceğin teklife "evet" demiş oluyorsun, bazen. Ki bu yüzde ne kadar bilmiyorum. Çoğu ilişki böyle ani evlenme teklifleriyle evliliğe gidiyor belki de, ne dersiniz?! Gaza gelip "evet" diyenler yok mudur hiç? Bir araştırmak gerek. O teşvik, o itekleme durumu ve o "evet" dedirtecek duygu... Evet evet sorulmalı. Her teklifin izleyicisi var mı bilmem ama izleyicilerden gelen toplumsal baskı da var işin içinde.
Neyseki ben iki sene gardımı almış, beklemiş ve cevabımı tasarlamıştım. Neyseki cevabımın evet olacağını artık herkes tahmin edebiliyordu buna ben de dahil. Ancak... Ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum.
...
Sözün özü: Yıllarca hayalini kurduğunuz o an zaten size sürpriz olarak geldiğinden, hazırlıksız yakalanmış oluyorsunuz. Hayalinizi kurun, istediğiniz kadar çıtanızı yükseltin. Eninde sonunda sevdiğinizin size değer bulduğu ve tasarlayabildiği en güzel olay olan o "an"a maruz kalacak ve bütün planlarınızı unutacaksınız. Bence her şeyden önce buna hazırlanın. O kadar kısa sürecek ki "Bi' daha ya!" diyeceksiniz.
...
İç ses: Bi' daha ya!
...
Bu öğüt veren yazı son bulurken bana hayatımın ilk gerçek sürprizini yapan Değerlime, Yıldırım Abimize, Ankara Sanat Tiyatrosu oyuncularına, sahneye ve o an orada her şeyi şaşkın şaşkın izleyen Narkisyan'a teşekkür ediyorum gözlerinizin huzurunda.
...
İç ses: Hah! Evet! "Tabi bitanem!"di.
24 Ekim 2013 Perşembe
"Tam bir yıl oldu bugün." diyeli tam bir yıl oldu bugün.
"Merhaba Esra. Süleyman. Yiğit.
Senelerin sayısından dem vurmayacağım. Neler oldu, onlar derdim.
Yer sallan. Haber geldi. Aylar sonra sizi görmeye geldim. Dualar edildi. Unutanlar oldu. Siz olmadan yaşayabilenler...
Burada öyle olmuyor.
Olamıyor.
Yüreğim oldurmuyor.
...
Dersteyim. Henüz işe başladım. Üniversitede dersteyken Değerlime mektup yazardım, şimdi öğretmen oldum sana yazıyorum.
Senden, sizden sonra onlarca öğrencim ve anım oldu.
Değerlimle artık aynı aparmanda yaşıyoruz. Yakında evliliğe ilk adımı atacağız.
Ortak arkadaşımız Merve ile bir sinemada karşılaştık, sen de geldin hemen oraya. Konuşmasak da oradaydın, gözlerimizle vardın.
Senin bunları yaşayamadığına üzülmedim dersem yalan söylerim. İçim yanıyor.
vs.
...
Yaşıyoruz. Buna yaşamak denirse...
Dualarım sizinle.
23.11.2013-15:35"
yazdım dün bir saman kağıdına.
Şimdi okuyunca çok duygusuz geldi. Her an yaşadığım duygularımın değişmesi mi hüznümün artıyor olması mı bilmiyorum.
Keşke o gün ayaklarımı uzatıp, anneannemin ördüğü o mavi patiklerimle örgü örmeseydim ve deprem olduğunu haberlerde duyup ayaklarıma bakıp "tüh" diyerek geçip gitmeseydim.
13'ü 41 geçtiğimde ben hep tuhaf şekilde buna pişman oluyorum. Gözümün önünden o dakika gitmiyor. Oysaki neler yaşandı. Yaşanmıştı.
...
Sanırım uzattım.
Geç oldu, dualarınızı eksik etmesin dostlar.
10 Ekim 2013 Perşembe
Çağdaş Görünüm
Merhaba.
Yirmi dört-yirmi beş saat önce "çağdaş" bir görünümüm olmadığını öğrendim. Hani demiştim ya "yazarım" diye. Yazıyorum a dostlar. Tesettürle ilgili sorunların ilkiyle karşılaştım sonunda. Sevinsem mi?
...
İş görüşmeleri yapıyorum biliyorsunuz. Tercihlerimiz şöyle böyle derken döndük dolaştık yine aynı yerdeyiz, işsiz. Ancak bu kez iş görüşmelerinde farklı bir sorunla karşılaştım. Ki artık özgürlükler ülkesiyiz ya, sorun olmaz sandığım sorunlarla. Tesettürlü çalışamazmışım. Tamam.
Bu güne kadar tamamdı. Hâlâ da tamam. Ancak benim düşüncelerime ve fikirlerime laf edileceğini nereden bilebilirdim ben. İşverenim olma ihtimali olan (Hâlâ da sempatiyle hatırlıyorum kendisini. Çok da sevdim.) kişi "çağdaş bir görünüm sahibi" olmam için derslere başımı açıp girmem gerektiğini söyledi. "Biraz dar görüşlü" olmamak gerekiyormuş.
Peki bana sordun mu benim görüşüm nedir? Neleri okur, neleri yazarım? Neleri öğrenirim? Neyim ben? Sormadın ki dostum.
İnancıma, fikirlerime saygı duymayan görünüşüme nasıl duysun değil mi? Çağdaşlığın çok indirgenmiş bir kavram olduğunu unutuyordum değil mi?
Ben de şöyle dedim "Çağdaşlıktan ne anladığınıza bağlı.".
...
Ben bu düşüncelerle kıvranırken gece de Muhallebi Kafa'da Okan Bayülgen çıplaklığın tahrik etmediğinden, çıplaklığın doğal bir şey olduğundan bahsetti.
Düşündüm. Evet, ben de çıplak birini gördüğümde tahrik olmuyorum. Yine de bunun garantisi herkes için yok. Biliyorum ki cinsel dürtülerin kontrolü alınan eğitimle doğru orantılı. Peki ya bu kontrolü edinememiş insanlar? Hadi bunu geçtim bir de kutsal kitabımızdaki emirler... Bunları göz önünde bulundurunca evet Okan Bayülgen haklı. Ancak dindar bir insan olarak, beni yaratanın emirlerine uymak da benim tercihim.
Bu tercihim neden bu kadar sohbet ve eleştiri konusu? Siyası muhabbetlere hiç girmiyorum bakın?! Siyasi simge olarak bunu kullanan kafalara zaten diyecek söz yok?! Benim konum tamamen hümanist yaklaşımla algıladığım özgürlük. Hani hepimiz özgürdük?
...
Tabi bunları yazan da geçen sene bu zamanlar "türbanlı" tiplerin özgürlüğünün ağzına tükürüyordu. Kim inanarak tesettüre girer kim girmez bizi ilgilendirmemeli. Herkese eşit şekilde saygı duymak bize yakışan bir davranış olmaz mıydı? E bunun şimdi farkına vardım ben.
...
Yani o eski iş verenim olma ihtimali olan ablamız sanırım yeteri kadar kendini geliştirmiş bir birey olmadığından başka birinin kıyafetinden onu yaftalama kabiliyetine hâlâ sahip.
Canın sağ olsun.
Ve tabi yeni işimde yine başımı açmak zorundayım ama en azından hakarete maruz kalmadım.
...
Bir de artık hâlâ'nın ^'larını kullanmaya karar verdim. Her yazımda kendimi çıplak hissediyordum. Bu kurala uyan yokken neden kaldırılır ben de anlamam ama...
...
Güzel bir tatil sizin olsun. Lütfen etrafınızdakileri yaftalamayı bırakın. Herkesin tuttuğu kendine!
...
Sonradan ekliyorum:
http://birgun.net/haber/gozde-kansu--benim-bedenim-benim-dekoltem-5154.html
Böyle bir haber gördüm Birgün gazetesinde. Yani her iki uca da saygı yok dostum. Herkes herkesin (Özellikle de erkekler kadınların.) hayatlarında hüküm sürmeye çok meraklı. Bu kadın ister eşin olsun ister yan komşun ya da televizyonda gördüğün bir kadın... Hepsinin hayatı o erkeğe ait ya hani?!
Gene konuşturdunuz beni!
Yirmi dört-yirmi beş saat önce "çağdaş" bir görünümüm olmadığını öğrendim. Hani demiştim ya "yazarım" diye. Yazıyorum a dostlar. Tesettürle ilgili sorunların ilkiyle karşılaştım sonunda. Sevinsem mi?
...
İş görüşmeleri yapıyorum biliyorsunuz. Tercihlerimiz şöyle böyle derken döndük dolaştık yine aynı yerdeyiz, işsiz. Ancak bu kez iş görüşmelerinde farklı bir sorunla karşılaştım. Ki artık özgürlükler ülkesiyiz ya, sorun olmaz sandığım sorunlarla. Tesettürlü çalışamazmışım. Tamam.
Bu güne kadar tamamdı. Hâlâ da tamam. Ancak benim düşüncelerime ve fikirlerime laf edileceğini nereden bilebilirdim ben. İşverenim olma ihtimali olan (Hâlâ da sempatiyle hatırlıyorum kendisini. Çok da sevdim.) kişi "çağdaş bir görünüm sahibi" olmam için derslere başımı açıp girmem gerektiğini söyledi. "Biraz dar görüşlü" olmamak gerekiyormuş.
Peki bana sordun mu benim görüşüm nedir? Neleri okur, neleri yazarım? Neleri öğrenirim? Neyim ben? Sormadın ki dostum.
İnancıma, fikirlerime saygı duymayan görünüşüme nasıl duysun değil mi? Çağdaşlığın çok indirgenmiş bir kavram olduğunu unutuyordum değil mi?
Ben de şöyle dedim "Çağdaşlıktan ne anladığınıza bağlı.".
...
Ben bu düşüncelerle kıvranırken gece de Muhallebi Kafa'da Okan Bayülgen çıplaklığın tahrik etmediğinden, çıplaklığın doğal bir şey olduğundan bahsetti.
Düşündüm. Evet, ben de çıplak birini gördüğümde tahrik olmuyorum. Yine de bunun garantisi herkes için yok. Biliyorum ki cinsel dürtülerin kontrolü alınan eğitimle doğru orantılı. Peki ya bu kontrolü edinememiş insanlar? Hadi bunu geçtim bir de kutsal kitabımızdaki emirler... Bunları göz önünde bulundurunca evet Okan Bayülgen haklı. Ancak dindar bir insan olarak, beni yaratanın emirlerine uymak da benim tercihim.
Bu tercihim neden bu kadar sohbet ve eleştiri konusu? Siyası muhabbetlere hiç girmiyorum bakın?! Siyasi simge olarak bunu kullanan kafalara zaten diyecek söz yok?! Benim konum tamamen hümanist yaklaşımla algıladığım özgürlük. Hani hepimiz özgürdük?
...
Tabi bunları yazan da geçen sene bu zamanlar "türbanlı" tiplerin özgürlüğünün ağzına tükürüyordu. Kim inanarak tesettüre girer kim girmez bizi ilgilendirmemeli. Herkese eşit şekilde saygı duymak bize yakışan bir davranış olmaz mıydı? E bunun şimdi farkına vardım ben.
...
Yani o eski iş verenim olma ihtimali olan ablamız sanırım yeteri kadar kendini geliştirmiş bir birey olmadığından başka birinin kıyafetinden onu yaftalama kabiliyetine hâlâ sahip.
Canın sağ olsun.
Ve tabi yeni işimde yine başımı açmak zorundayım ama en azından hakarete maruz kalmadım.
...
Bir de artık hâlâ'nın ^'larını kullanmaya karar verdim. Her yazımda kendimi çıplak hissediyordum. Bu kurala uyan yokken neden kaldırılır ben de anlamam ama...
...
Güzel bir tatil sizin olsun. Lütfen etrafınızdakileri yaftalamayı bırakın. Herkesin tuttuğu kendine!
...
Sonradan ekliyorum:
http://birgun.net/haber/gozde-kansu--benim-bedenim-benim-dekoltem-5154.html
Böyle bir haber gördüm Birgün gazetesinde. Yani her iki uca da saygı yok dostum. Herkes herkesin (Özellikle de erkekler kadınların.) hayatlarında hüküm sürmeye çok meraklı. Bu kadın ister eşin olsun ister yan komşun ya da televizyonda gördüğün bir kadın... Hepsinin hayatı o erkeğe ait ya hani?!
Gene konuşturdunuz beni!
29 Eylül 2013 Pazar
İkinci Basın Açıklamam: Meslek seçimi trajedim
Sayın okuyucu, bilgisayarından bu yazıyı okuyan sayın sen, telefonundan bu yazıyı okuyan sevgili sen, arkadaşının tavisyesiyle okuyan sen, sayın dostum ve sevgili misafirler.
Bugün burada çok "ses" getiren ilk basın açıklamamın ardından ikinci bombayı (!) patlatmak için toplandık. Hayır siz patlatmayacaksınız, ben patlatacağım ve siz izleyeceksiniz. Daha doğrusu okuyacaksınız.
...
Esprili bir giriş olsun dedim, abartacak bir durum yok. Yalnızca bir karar verdim ve karar verme sürecimin mesleki kararının eşiğinde olanlara "ders" olması için paylaşayım dedim. Trajedi falan... Yok yok. Bu daha çok Cyrano de Bergerac kıvamında bir mutluluk.
...
Biliyorsunuz geçen sene özgüvenimi sallayıp yerle bir eden bir kurumda zihin engelliler öğretmenliği yapmıştım. Daha sonra ÖYP'ye başvurup Hacettepe Üniversitesi'ni kazanmıştım. Araştırma görevlisi olacağım diye bir havalardaydım ama evde boş oturup enine boyuna düşününce gerçekleri görmekte gecikmedim.
...
Öncelikle hangi mesleği yapmalıyım sorusunu sormam gerek diye düşündüm ama hayır. Sormam gereken ilk soru "Ne istiyorum/istemiyorum?". Ne istediğim ya da istemediğim tamamen karakterimle, yeteneklerimle ve alışkanlıklarımla ilgiliydi. Şu an için kitap okumaya vakit ayırabilmek, mobinge maruz kalmamak, kendini rahatça ifade edebilmek, tesettürle çalışmak, kendimi geliştirmek, yüksek lisans yapmak, sevdiklerime vakit ayırmak, sinemaya indirim günleri haricinde de gidebilmek ve gelecek için ise çocuklarıma ve eşime vakit ayırmak, gelişmeye devam etmek, öğrenmeye devam etmek.
Bunları gördükten sonra özel eğitimciliği, psikolojik danışmanlığı ve araştırma görevliliğini ayrı ayrı yerlere koydum. İsteklerim hangisiyle en çok uymuyorsa onu eledim, araştırma görevlisi olmak en uzak ihtimaldi bana. Yüksek lisansı ve doktorayı araştırma görevlisi olarak yapmak zorunda değildim ve ayrıca ilerde eğer iyi bir akademisyen olmak istiyorsam iş deneyimi gerekiyordu bana. Bu nedenle ÖYP defterini kapattım. Çevremden birkaç "enayi misin sen" tepkisiyle atlattım bu durumu.
Sonraki tercih özel eğitim ve psikolojik danışmanlık arasındaydı. İsteklerimi ve çalışma şartlarını düşündüğümde bir özel eğitimci olsam psikolojik danışmanlık yönümün kısır kalacağını gördüm ancak psikolojik danışmanlık bana aynı zamanda özel eğitimi de getiriyordu. Bunu fark edince özel eğitimi de hayatımın "hobi" kısmına aldım. Hobi derken, o mavi gözlü tosbalağın gelişimine destek olabilecek kadar güçlü bir hobi...
Ardından iş aramaya koyuldum. Seneye KPSS'ye kadar idare edecek, nişanı falan aradan çıkarabilmemi sağlayacak bir iş... Beş günlük bir araştırmanın ardından o da tamam oldu. İlk aradığım kurum o kadar şeker ve tatlı bir kurum çıktı ki sanırım seneye olacak olan KPSS şu an için umrumda değil. Hem bir özel eğitim merkezinde çalışmak hem de bir psikolojik danışman olmak bence harika bir deneyim olacak. Şimdiden çok heyecanlıyım. Ki lise yıllarında bunun hayalini kuran kızcağıza selam olsun.
...
Bu süreçte en çok ilgimi çeken mevzu "etiket" mevzusuydu. Araştırma görevlisi olmanın "etiketi" milleti cezbediyor, biliyorum. Birçok ya da birkaç araştırma görevlisi olan arkadaşımdaki keskin üslup değişikliği buna en güzel örnekti benim gözümde. İstemediğim, sırf adım olacak diye gittiğim bir işten gelecek tek hayır, arkadaş sohbetlerinde küstah konuşabilme lüksünü sağlamak olacaktı. Bu tercih benim karakterime aykırıydı.
Bir de ben hiç araştırma görevlisi ya da zihin engelliler öğretmeni olma hayali hiç kurmadım. Her zaman ya psikolojik danışman ya da profesördüm. Ufaktan başlamış oldum. Ki bu huzur paha biçilemez.
...
Yani yazının öğüdü şu: Etiketler sizin olsun ben istediğim her şeye vakit ayırarak, öğrenerek çalışmayı seçtim. Mümkünse siz de değer yargılarınızı birkaç toplumsal düzen uğruna yok sayıp tuhaf tuhaf kararlar vermeyin. Çünkü uyurken (ya eşinizle ya da sevdiğinizle ki ikisi de aynı şey) ünvanlarınızla uyumuyorsunuz, maaşınız rahatınızı arttırmıyor, karakteriniz bütün bunları sağlayan tek şey.
...
İyi "ekim"ler.
24 Eylül 2013 Salı
"Neva'nın Ardından"ın Ardından
Aylar önce bir yazı yazmışım: http://ny12da.blogspot.com/2013/01/nevann-ardndan.html
Bir düzeltme ya da bir şeyler mi ekleme bu yazıdaki derdim bilmiyorum.
...
Bu yazı Ilgın'a mektuptur.
...
Eğer o filmi yapmasaydınız, emek vermeseydiniz ve Ilgın rolünde de Şükrü'yü oynatmasaydınız belki böyle hissetmiyor olabilirdim. Belki de hissederdim seneler sonra. Ya da her neyse.
Sizi artık anlıyorum. Sana sen desem olur mu? Ilgın. Belki de Ilgın Abi. Ya da Ilgın. Ilgın Ilgın! Evet Ilgın.
Ben şimdi, yani filmi izledikten sonra, fark ettim sevdiğini kaybeden bir adam olduğunu. Acını, içinde debelenip durduğun pişmanlık ve her şeyi geriye alma isteğini... Birçok acıyı, duyguyu aynı anda yaşıyorsun hem de hala. Kaç senedir devam eden bir hüzün, elem bu.
Bir de şunu düşündüm filmden sonra eve dönünce. O filmin her sahnesi çekilirken, özellikle sevdiğini kollarına almış bir Ilgın'ı canlandıran oyuncuyu izlerken... Allah'ım, bu nasıl bir acı?! Senin için çok büyük dua ediyorum şimdi.
Birkaç ay önce senden nefret ediyordum. Şimdi büyük bir merhametle sana sarılıyorum. Keşke bir gün oturup bir kahve içsek ve sen kendi duygularından ben de Neva'ya oldukça paralel olan korkularımdan sana bahsetsem. Sonra sen ağlasan. Ben ağlasam. Sonra benim Değerlim gelse. O da katılsa bize. Neva'yı artık üçümüz yaşatıyor olsak.
Ki bilen bilir sevgili Ilgın, insanları yaşatmak o kadar da zor değil benim için, bizim için. Değerlim ile ben ele ele verince unutmuyoruz hiç kimseyi. Bize güvenirsen, ne güzel olur.
Neva'yı düşündüm. İntiharının sebebi sadece sen ve senin baskıların olamaz. Her kadın, kitabın sonunda da bahsettiğin o kaygılarla bunu aklından bir kez olsun geçirmiştir. Çünkü her kadın biraz çaresizdir. Bazılarımız çaktırır, bazılarımız çaktırmaz. Genelleme de yapmak istemiyorum ama biraz öyledir be yahu!
Neva'yı bütün damarlarımla anlıyorum. Beynimdeki bütün nöronlarla onu hissediyorum. Ruhu şad olsun.
Bilmediğin bir dostun var artık sevgili Ilgın. Seni derinden anlayan ve sana içten dualar eden.
...
Mektup bitti.
...
Hani bir önceki yazımda eleştirmişim, yerden yere vurmuşum kitabı falan... Evet onlar hala geçerli. Ancak hissettiğim duygu ters yüz olmuş durumda.
İşte sanırım sinema denen "sanat"ın da etkisi bu. Kitapla hissettiğim bir duyguyu tam tersine çevirip tekrar sundu bana o film. Kaliteli, ödüllük bir film beklemeyin. Benim gözüm filmi izlerken doydu, o ayrı bir dava. Bazı oyunculuklar göz tırmalasa da keyifliydi. Ki bir önceki yazımda bahsettiğim toplumsal bir durumu da aslında gözler önüne seriyor. Olsun, artık ben Ilgın dostumun olduğu her işi severek takip eder ve eleştirimi yapıp sevmeye devam ederim.
Yahu şaka maka bir dostum daha oldu.
...
Ve sanırım bu kadar çok etkilenmemin sebebi Neva ile içsel bir empati kurmuş olmam. Bunun sebebini ve tetikleyici durumları şimdi düşünemiyorum. Üzerine derin bir "kendi kendine terapi" yapmam lazım sanırım. Ancak kurabildiğim bu güçlü empati beni hem Ilgın dostuma hem Neva'ya yakınlaştırıyor.
...
Tabi böyle bir sınavı da Allah kimseye vermesin. Ilgın dostum ne kadar sabırlı ve güçlü ki hala hayatta. Var olsun da. Neva'yı yaşatabildiği her an var olsun.
...
Yazı da bitti.
Bir düzeltme ya da bir şeyler mi ekleme bu yazıdaki derdim bilmiyorum.
...
Bu yazı Ilgın'a mektuptur.
...
Eğer o filmi yapmasaydınız, emek vermeseydiniz ve Ilgın rolünde de Şükrü'yü oynatmasaydınız belki böyle hissetmiyor olabilirdim. Belki de hissederdim seneler sonra. Ya da her neyse.
Sizi artık anlıyorum. Sana sen desem olur mu? Ilgın. Belki de Ilgın Abi. Ya da Ilgın. Ilgın Ilgın! Evet Ilgın.
Ben şimdi, yani filmi izledikten sonra, fark ettim sevdiğini kaybeden bir adam olduğunu. Acını, içinde debelenip durduğun pişmanlık ve her şeyi geriye alma isteğini... Birçok acıyı, duyguyu aynı anda yaşıyorsun hem de hala. Kaç senedir devam eden bir hüzün, elem bu.
Bir de şunu düşündüm filmden sonra eve dönünce. O filmin her sahnesi çekilirken, özellikle sevdiğini kollarına almış bir Ilgın'ı canlandıran oyuncuyu izlerken... Allah'ım, bu nasıl bir acı?! Senin için çok büyük dua ediyorum şimdi.
Birkaç ay önce senden nefret ediyordum. Şimdi büyük bir merhametle sana sarılıyorum. Keşke bir gün oturup bir kahve içsek ve sen kendi duygularından ben de Neva'ya oldukça paralel olan korkularımdan sana bahsetsem. Sonra sen ağlasan. Ben ağlasam. Sonra benim Değerlim gelse. O da katılsa bize. Neva'yı artık üçümüz yaşatıyor olsak.
Ki bilen bilir sevgili Ilgın, insanları yaşatmak o kadar da zor değil benim için, bizim için. Değerlim ile ben ele ele verince unutmuyoruz hiç kimseyi. Bize güvenirsen, ne güzel olur.
Neva'yı düşündüm. İntiharının sebebi sadece sen ve senin baskıların olamaz. Her kadın, kitabın sonunda da bahsettiğin o kaygılarla bunu aklından bir kez olsun geçirmiştir. Çünkü her kadın biraz çaresizdir. Bazılarımız çaktırır, bazılarımız çaktırmaz. Genelleme de yapmak istemiyorum ama biraz öyledir be yahu!
Neva'yı bütün damarlarımla anlıyorum. Beynimdeki bütün nöronlarla onu hissediyorum. Ruhu şad olsun.
Bilmediğin bir dostun var artık sevgili Ilgın. Seni derinden anlayan ve sana içten dualar eden.
...
Mektup bitti.
...
Hani bir önceki yazımda eleştirmişim, yerden yere vurmuşum kitabı falan... Evet onlar hala geçerli. Ancak hissettiğim duygu ters yüz olmuş durumda.
İşte sanırım sinema denen "sanat"ın da etkisi bu. Kitapla hissettiğim bir duyguyu tam tersine çevirip tekrar sundu bana o film. Kaliteli, ödüllük bir film beklemeyin. Benim gözüm filmi izlerken doydu, o ayrı bir dava. Bazı oyunculuklar göz tırmalasa da keyifliydi. Ki bir önceki yazımda bahsettiğim toplumsal bir durumu da aslında gözler önüne seriyor. Olsun, artık ben Ilgın dostumun olduğu her işi severek takip eder ve eleştirimi yapıp sevmeye devam ederim.
Yahu şaka maka bir dostum daha oldu.
...
Ve sanırım bu kadar çok etkilenmemin sebebi Neva ile içsel bir empati kurmuş olmam. Bunun sebebini ve tetikleyici durumları şimdi düşünemiyorum. Üzerine derin bir "kendi kendine terapi" yapmam lazım sanırım. Ancak kurabildiğim bu güçlü empati beni hem Ilgın dostuma hem Neva'ya yakınlaştırıyor.
...
Tabi böyle bir sınavı da Allah kimseye vermesin. Ilgın dostum ne kadar sabırlı ve güçlü ki hala hayatta. Var olsun da. Neva'yı yaşatabildiği her an var olsun.
...
Yazı da bitti.
19 Eylül 2013 Perşembe
Eylül artık biraz da ölüm mü oldu Haziran?
Haziran da nereden çıktı?
O aramızda, bize bırakın.
...
Geçen gün dişlerimi fırçalarken yine geldi aklıma. Benim yaşımı hiç göremediğini fark ettim. Dişlerimi fırçalarken. Oysaki her an aklınızda olan bir "konu", fark edilen yaş mevzusu. Yaşlandığımda bu daha da acıtacak canımı, değil mi? Yaşlanmak ne kadar da soyut...
...
Ne onun gibi evlendim ne de bir çocuğum oldu ne de öldüm. Bıraktığı kadardım. Bırakıldığım kadar. Artsam ne kadar artabilirdim ki?
...
Değerlimle karar verdik, eninde sonunda minik bir şehirde öleceğiz. Bahçemizde... Aklımdan geçen o "üç kiremit"in olduğu tepenin yamacında bir ev. Belki o "üç kiremit"in yanında iki kiremit daha.
Bize de nasip olur mu beraber ölmek Değerlim? Ne dersin.
...
19 Eylül 2010. Gelememiştim. Gelmek yerine Manisa'ya gidip kafamı dağıtabilirim sanmıştım sonradan yanlış yolları seçen dostların yanında.
Ki hala o zamanın şallarıyla ısınırım ben.
Gitmemiştim.
O güzel gelini, güzel damadı görememiştim son bir kez bile olsa.
...
Tam üç yıl geçti üzerinden.
Sadece yıl geçti.
Zaman kavramının üzerine düşünecek olursak hala o düğünde birileri oynuyor, hala o depremin olmasına on dakika var, hala 16 Mart müsameresinde ben o güzelliğin fotoğraflarını çekiyorum, hala...
...
Hala'dan şapka kalktı mı kalkmadı mı?
Bu başka mevzu.
Sen zamana bak. Şapkasız.
...
Unutulamaz.
Eline bir kurdela bağlar gibi aklında tutman gerek böyle sevgileri.
Var olsunlar.
Mekanları cennet ola.
Amin.
...
Sanırım bir Fatiha isteyecek kadar yüzüm var artık.
O aramızda, bize bırakın.
...
Geçen gün dişlerimi fırçalarken yine geldi aklıma. Benim yaşımı hiç göremediğini fark ettim. Dişlerimi fırçalarken. Oysaki her an aklınızda olan bir "konu", fark edilen yaş mevzusu. Yaşlandığımda bu daha da acıtacak canımı, değil mi? Yaşlanmak ne kadar da soyut...
...
Ne onun gibi evlendim ne de bir çocuğum oldu ne de öldüm. Bıraktığı kadardım. Bırakıldığım kadar. Artsam ne kadar artabilirdim ki?
...
Değerlimle karar verdik, eninde sonunda minik bir şehirde öleceğiz. Bahçemizde... Aklımdan geçen o "üç kiremit"in olduğu tepenin yamacında bir ev. Belki o "üç kiremit"in yanında iki kiremit daha.
Bize de nasip olur mu beraber ölmek Değerlim? Ne dersin.
...
19 Eylül 2010. Gelememiştim. Gelmek yerine Manisa'ya gidip kafamı dağıtabilirim sanmıştım sonradan yanlış yolları seçen dostların yanında.
Ki hala o zamanın şallarıyla ısınırım ben.
Gitmemiştim.
O güzel gelini, güzel damadı görememiştim son bir kez bile olsa.
...
Tam üç yıl geçti üzerinden.
Sadece yıl geçti.
Zaman kavramının üzerine düşünecek olursak hala o düğünde birileri oynuyor, hala o depremin olmasına on dakika var, hala 16 Mart müsameresinde ben o güzelliğin fotoğraflarını çekiyorum, hala...
...
Hala'dan şapka kalktı mı kalkmadı mı?
Bu başka mevzu.
Sen zamana bak. Şapkasız.
...
Unutulamaz.
Eline bir kurdela bağlar gibi aklında tutman gerek böyle sevgileri.
Var olsunlar.
Mekanları cennet ola.
Amin.
...
Sanırım bir Fatiha isteyecek kadar yüzüm var artık.
12 Eylül 2013 Perşembe
Pavese ile tanışmamız anısına.
Sevgili Tezer'in kitaplarından taşıp gelen ve sonunda bir kitabevi ziyaretimizde hatırlayıp aldığımız (daha doğrusu kardeşimin son bursuyla hediye ettiği) "Yalnız Kadınlar Arasında" adlı kitabı ile tanıştım Pavese'yle.
İlk birkaç sayfada Tezer Özlü'yü görünce korktum. Acaba etkilendiği bu yazarın bizim ülkemizdeki şubesi olmayı mı seçti diye düşündüm. Öyle olmadığı çok çabuk çıktı ortaya. Sevgili Tezer'i böyle bir suçla itham ettiğim için kendimden utandım, ruhu şad olsun.
Kitabın sonunda verdiğim karar ise şu: Sevgili Tezer Pavese'yi karakterlerinde kendini bulduğu için böylesine sevmiş ve içselleştirmişti. Çünkü kitaptaki ana karakter olan Clelia aklımdaki Sevgili Tezer ile oldukça büyük oranda örtüşüyordu.
Kitabı okurken aslında Sevgili Tezer'in bize anlatmadığı karakterine dair ipuçları bulmuşum gibi sevindim. Hazine bulmuştum, çabuk bitti.
...
Pavese'de beni etkileyen en değerli konu şu oldu: Karakteri yani Clelia'yı öyle güzel saklamıştı ki onu ararken kitap bitiverdi. Clelia'nın gözünden anlatılıyordu olanlar ve kadıncağız kendini öyle güzel gizliyor, düşüncelerini öyle güzel örtüyordu ki... Bunu bir de düşüncelerini anlatır hissi uyandırarak yaptığını düşünün.
1949 yılının İtalya'sına dair çok çok ayrıntılı bilgi almasam da fikir sahibi olabildim. Ve ölmeden yapmam gerekenler listeme yeni bir amaç eklememi sağladı: Roma'nın başka bir şehre gitme ihtiyacı duyulmayan tek yer olup olmadığını görmek. Bu merakım o kadar çok ki işsiz olduğum şu sıra bir an önce para kazanıp Roma'ya gidip birkaç gün aylak aylak sokaklarda gezmek istiyorum. Sokaklardaki masalarda oralara özgü yemekler yedikten sonra hiç bilmediğin bir dil olan İtalyanca bir tiyatro izlemek istiyorum. Bunu yapmalıyım.
...
Balayı için St. Petersburg kesin kararımız olmasaydı Roma'yı düşünebilirdim. Bakalım. Bence bakalım.
...
Bir de Pavese'yi okurken, savaştan henüz çıkmış bir toplumun savaştan "ekmek almak" gibi bahsetmesinin verdiği tuhaf rahatlıkla günümüz dünya düzenini düşündüm. Her şeye burnunu sokan ülkeler... Her şeyden nem kapan yöneticiler... "Ezilen" halklar... Unutulan ama üyesi olduğumuz dinler... Yaşanması ertelenip durulan ve sonunda gidileceğinden emin olunmayan "cennet"e kalan hayatlar... Ne denli boş.
...
Bir yazar olup (Nasıl olunduğuna dair bir fikrim yok. Sigara bile içmiyorum.) hiçbirinizin bulamayacağı bir yerde her sabah kahvemi içip kitap okuyarak akşam olsun ve ben hiç bilmediğiniz bir yerde uyuyayım istiyorum.
Bana izin ver toplumsal düzen. Senden, senin sorumluluklarından ve getirdiğin sonuçlardan bıktım. Küçük bir kasaba ve bir oda bana yetecekken neden beni daha, daha ve daha için zorluyorsun? İçimdeki duygunun hırs olmadığını ve Clelia kadar yaşlı olmasam da onun kadar doymuş olacağım ihtimalini neden göz ardı ediyorsun? İzin ver bana, gideyim.
...
Rosetta ile aynı yaştayım. Ve bütün bunlar yalnız kadınlar arasında.
İyi okumalar.
18 Ağustos 2013 Pazar
İlk Basın Açıklamam: Tesettüre girme kararıma dair bilgilendirme.
Buraya neden yazdığımı bilmiyorum, bu yazı burada dursun.
...
Sevgili okuyucu, belki de sevgili dost, belki de benimle sokakta karşılaşma ihtimali olan tanıdık. Bilmen gereken birkaç şey var.
...
Bu yaz güzel bir yaz yaşadım aslında. Bol bol okudum, bol bol öğrendim.
Birçok şey öğrendim.
Birçok şey öğrendim.
Birçok şey öğrendim.
...
Bu sayfada bütün siyası görüşlerden uzak, herkesi kucaklayan bir bakış var. Doğrudur. Ancak dini görüşlerimi, yaşantımı burada ne kadar yansıttım emin olun hatırlamıyorum.
Evet, çok şükür ki bir müslümanım. Allah'ın varlığına, birliğine ve Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin onun elçisi olduğuna iman edenlerdenim.
İnandığım din, Kur'an-ı Kerim ile bize birtakım emirler, yaşantı şekili önermiş. Miş diyorum, çünkü bir müslüman olarak hiç bilmeden küfre girerek dinimi yaşadığımı sanmışım. İnandığım ahiret hayatını unutmuşum. Beni yaratan Allah'tan korkmayı unutup kullarından korkar olmuşum. Bilmiyordum.
A, bu Kur'an'da yok dediğim çoğu konunun aslında var olduğunu, hiç bilmeden küfre girdiğimi gördüm.
Tesettür Kur'an'da var. Kur'an'da örtülü olarak anlatılanları bize açıklamak için görevlendirilen Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin görevini şüphesiz layıkıyla yerine getirmesi ile bu örtük surelerin ne anlattığını anlıyoruz. "Tam olarak örtünün denmiyor." diyorduk ya, o öyle değilmiş. Okuyup bunu öğrendim.
Celaleyn, Medarik kaynaklı bir yazıda Nur suresinin 31. ayetinde: "Mümin kadınlara söyle, gözlerini [yabancı erkeklere bakmaktan] sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, [el, yüz gibi] görünen kısmı hariç, [Kolye, küpe, bilezik, kına, sürme gibi] ziynetlerini [ve ziynet taktıkları baş, kulak, kol ve ayaklarını] göstermesinler, başörtülerini yakalarına kadar [saç, kulak ve gerdanlarını] örtsünler!" buyruluyor.
Gayet açık diye düşünüyorum.
...
Bir ayet örneği vereceğim, daha fazla yazıyı uzatmamak için.
...
Artık sizler de biliyorsunuz ki inandığım dini her zaman en güzel şekilde yaşamaya çalışan ben bir adım ileriye giderek tesettüre girmeye karar verdim. Emin olun ki o kadar kolay ve ha denince verilen bir karar değil. Son üç dört senedir kafamda olan ve bir türlü kendimi hazır hissetmediğim bu konu artık beni gittikçe daha çok oyalayan ve ihtiyaç duymamı sağlayan bir hal aldı. Bu kararı verdiğim için yaşadığım huzuru anlatmak aptallık olur.
...
Eklemeden geçemeyeceklerim: Tesettüre girince;
Cemaatçi olmadım hemen, herhangi bir cemaatin aracılığına ihtiyaç duymadan okuduklarımla Allah'a uzanmaya çalışıyorum.
Herhangi bir siyasi parti için değil kendi vicdanım için bu kararı vermiş oluyorum. Hükümette hangi partinin olduğu bu kararı etkileyecek bir değişken değil.
Sağcı olmadım. Birkaç yazı önce aktardığım gibi. Sağı da solu da ve artık aynı zamanda apolitikleri de kucaklayan hümanist bir anlayışla siyasete bakıyorum. Bunu saygısız sempatizanlara karşı korumak ne kadar zor olsa da...
Gerici olmadım. Aksine daha aydın ve açık olduğumu hissediyorum. Düşündüğüm ve hissettiğim gibi yaşamaya başlayacağım için. Bu ayrı bir keyif veriyor.
Değerlimin baskılarına cevap vermiş olmadım. Hani herkesin ilk sorduğu soru: "O mu istiyor?". Yok efendim. İnsanın başka birinin isteğine göre hayatının şeklini değiştirmesi olası bir şey mi? Bu insanın aklına yatıyor mu? Fikrimden hiç haberi yokken öğrenip sevinen bir sevdiğim var benim, bu konu onun "baskı" yaptığı bir konu değil. Bu konu zaten baskıyla olabilecek bir konu değil. Her neyse, bu yazının maneviyatına bu kısım pek uymadı sanırım. Yine de eklemekte fayda vardı, dursun burada.
Örümcek kafalı olmadım.
Beyinsiz olmadım.
Kafasında bir kilo türbanla, hani şu "giyinik çıplaklar" diye tabir edilenlerden olmadım.
Ve daha birçok önyargı ile yakalaşacağınız o tuhaf şeylerden olmadım.
Olmayacağım da.
...
Korkumu da not düşeyim, sonra bu yazıyı göstererek anlatırım başıma gelenleri. Yukarıda eklemeden geçemeyeceğim dediğim sınıftaki insanlar arasında sayılmaktan oldukça korkuyorum.
Umarım...
...
Görüşleriniz ne olursa olsun belki de bu yazı sayesinde artık tesettürlü her kadının siyasi simge ya da aksesuar olarak tesettüre girmediğini, kimilerinin de inanarak bunu yerine getirdiğini anlamışsınızdır.
En azından bu ilk basın açıklamam bu işe yarasın.
...
Kararımı en kısa sürede uygulamak niyetindeyim, bir maaşımı alayım da... Alışverişimi yapayım da... Malum, bir önceki hayattan kalan kıyafetler pek bir işime yaramıyor...
...
Buraya dek okuduğunuz için çok teşekkür ederim.
Saygı ve saygı ve de saygı bekliyorum, hepsi bu.
...
İyi okumalar dostlar.
...
Sevgili okuyucu, belki de sevgili dost, belki de benimle sokakta karşılaşma ihtimali olan tanıdık. Bilmen gereken birkaç şey var.
...
Bu yaz güzel bir yaz yaşadım aslında. Bol bol okudum, bol bol öğrendim.
Birçok şey öğrendim.
Birçok şey öğrendim.
Birçok şey öğrendim.
...
Bu sayfada bütün siyası görüşlerden uzak, herkesi kucaklayan bir bakış var. Doğrudur. Ancak dini görüşlerimi, yaşantımı burada ne kadar yansıttım emin olun hatırlamıyorum.
Evet, çok şükür ki bir müslümanım. Allah'ın varlığına, birliğine ve Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin onun elçisi olduğuna iman edenlerdenim.
İnandığım din, Kur'an-ı Kerim ile bize birtakım emirler, yaşantı şekili önermiş. Miş diyorum, çünkü bir müslüman olarak hiç bilmeden küfre girerek dinimi yaşadığımı sanmışım. İnandığım ahiret hayatını unutmuşum. Beni yaratan Allah'tan korkmayı unutup kullarından korkar olmuşum. Bilmiyordum.
A, bu Kur'an'da yok dediğim çoğu konunun aslında var olduğunu, hiç bilmeden küfre girdiğimi gördüm.
Tesettür Kur'an'da var. Kur'an'da örtülü olarak anlatılanları bize açıklamak için görevlendirilen Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin görevini şüphesiz layıkıyla yerine getirmesi ile bu örtük surelerin ne anlattığını anlıyoruz. "Tam olarak örtünün denmiyor." diyorduk ya, o öyle değilmiş. Okuyup bunu öğrendim.
Celaleyn, Medarik kaynaklı bir yazıda Nur suresinin 31. ayetinde: "Mümin kadınlara söyle, gözlerini [yabancı erkeklere bakmaktan] sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, [el, yüz gibi] görünen kısmı hariç, [Kolye, küpe, bilezik, kına, sürme gibi] ziynetlerini [ve ziynet taktıkları baş, kulak, kol ve ayaklarını] göstermesinler, başörtülerini yakalarına kadar [saç, kulak ve gerdanlarını] örtsünler!" buyruluyor.
Gayet açık diye düşünüyorum.
...
Bir ayet örneği vereceğim, daha fazla yazıyı uzatmamak için.
...
Artık sizler de biliyorsunuz ki inandığım dini her zaman en güzel şekilde yaşamaya çalışan ben bir adım ileriye giderek tesettüre girmeye karar verdim. Emin olun ki o kadar kolay ve ha denince verilen bir karar değil. Son üç dört senedir kafamda olan ve bir türlü kendimi hazır hissetmediğim bu konu artık beni gittikçe daha çok oyalayan ve ihtiyaç duymamı sağlayan bir hal aldı. Bu kararı verdiğim için yaşadığım huzuru anlatmak aptallık olur.
...
Eklemeden geçemeyeceklerim: Tesettüre girince;
Cemaatçi olmadım hemen, herhangi bir cemaatin aracılığına ihtiyaç duymadan okuduklarımla Allah'a uzanmaya çalışıyorum.
Herhangi bir siyasi parti için değil kendi vicdanım için bu kararı vermiş oluyorum. Hükümette hangi partinin olduğu bu kararı etkileyecek bir değişken değil.
Sağcı olmadım. Birkaç yazı önce aktardığım gibi. Sağı da solu da ve artık aynı zamanda apolitikleri de kucaklayan hümanist bir anlayışla siyasete bakıyorum. Bunu saygısız sempatizanlara karşı korumak ne kadar zor olsa da...
Gerici olmadım. Aksine daha aydın ve açık olduğumu hissediyorum. Düşündüğüm ve hissettiğim gibi yaşamaya başlayacağım için. Bu ayrı bir keyif veriyor.
Değerlimin baskılarına cevap vermiş olmadım. Hani herkesin ilk sorduğu soru: "O mu istiyor?". Yok efendim. İnsanın başka birinin isteğine göre hayatının şeklini değiştirmesi olası bir şey mi? Bu insanın aklına yatıyor mu? Fikrimden hiç haberi yokken öğrenip sevinen bir sevdiğim var benim, bu konu onun "baskı" yaptığı bir konu değil. Bu konu zaten baskıyla olabilecek bir konu değil. Her neyse, bu yazının maneviyatına bu kısım pek uymadı sanırım. Yine de eklemekte fayda vardı, dursun burada.
Örümcek kafalı olmadım.
Beyinsiz olmadım.
Kafasında bir kilo türbanla, hani şu "giyinik çıplaklar" diye tabir edilenlerden olmadım.
Ve daha birçok önyargı ile yakalaşacağınız o tuhaf şeylerden olmadım.
Olmayacağım da.
...
Korkumu da not düşeyim, sonra bu yazıyı göstererek anlatırım başıma gelenleri. Yukarıda eklemeden geçemeyeceğim dediğim sınıftaki insanlar arasında sayılmaktan oldukça korkuyorum.
Umarım...
...
Görüşleriniz ne olursa olsun belki de bu yazı sayesinde artık tesettürlü her kadının siyasi simge ya da aksesuar olarak tesettüre girmediğini, kimilerinin de inanarak bunu yerine getirdiğini anlamışsınızdır.
En azından bu ilk basın açıklamam bu işe yarasın.
...
Kararımı en kısa sürede uygulamak niyetindeyim, bir maaşımı alayım da... Alışverişimi yapayım da... Malum, bir önceki hayattan kalan kıyafetler pek bir işime yaramıyor...
...
Buraya dek okuduğunuz için çok teşekkür ederim.
Saygı ve saygı ve de saygı bekliyorum, hepsi bu.
...
İyi okumalar dostlar.
16 Ağustos 2013 Cuma
Siz buna melankoli deyin ben de kısaca AGBHBD diyeyim.
(Fotoğraf: National Geographic Türkiye FB sayfasından Ali İhsan Gökçen'den.)
Bol tırnak işaretli yazı, dikkat.
...
Akşam güneş batınca...
Hissedilen berbat duygu...
Derdim bu duygu değil.
Duyguyu hissetmiş olmak da mühim değil, mühim olan kimsesizlik.
Ah dünyada ne yalnızım demek, çok yavan yahu! Amacım bu da değil.
...
Çok kalabalığım ve bu kalabalık içinde çok yalnızım. Eminim siz de ben de duymaktan sıkıldık.
Derdim bu da değil.
...
Evet koskoca dünyada sadece bir tane bedenimiz olduğundan mezarda da yatakta da yemek yerken de ağlarken de güzel bir manzara izlerken de... Virgül falan yok!
Mühim olan bu değil ki!
...
Hani "en son"sundur.
Önem verilmediğini görebilirsin, hani başkalarına verilen önemden. Sorun "diğerlerine" verilen değer de değil ki okuyucu!
Sorun diğerleri değil ki! Sorun biziz!
...
Olmasa da olur.
Hani ünlü düşünür der ki "kenar süsü".
Olsa iyi olur ama olmasa da olur.
Nasıl olur?!
Böyle insanlarız.
Olmasak bir şey ifade etmiyor.
Olmasak dönüp de biri demez ki "Ayol onlar nerede?". Demezler dostum. Dostum mu? Dost diye bir şey var mı hey "güzelim"! Herkes için değil mi ki "olmasa da olur".
Yahu sen kimsin ki bana, biz olmasa da olur diyerek bakarsın.
Değer görmek için illa ki haydi şu genel geçer deyimi kullanalım, değer vermemek mi gerekiyor? Anı paylaştıkça ne de çok gözden düşüyorsun ey insanlık?! Hatıra biriktirdikçe ne de çok gözden düşüyorsun ey dostluk!
...
Olsun be cancağızım. Biz bize yetmiyor muyuz şu "koca dünyada"?
Sen orada, aptal bir dizi setinde terini akıta akıta paranı kazanma derdinde, ben senin derdinden hallice...Biz yetiyoruz yahu birbirimize! İki kişilik bir lezzet bu.
Olmasa da olur, diyebilen herkes olmasa da olur. Değil mi?
...
Döngüye girdik. Ölene dek de çıkamayacağız.
...
Evlen, çocuk yap, büyüt, çok para kazan, emekli ol, öl. Öl!
...
Olsun be cancağızım. Değerlim.
Ben kararımı verdim.
Olmasalar da olur.
BSKO.
28 Temmuz 2013 Pazar
"Ah Fuzuli, zamanında yazdıkların olmasa nasıl anlatırdım derdimi?!"
İşsiz işsiz, daha doğrusu artık işli işli evde otururken internet alemine bazen farkında olmadan fazla dalıyorum. Neyseki lisede olduğu gibi bu zamanım sosyal paylaşım sitelerinde değil de daha çok blogger.com'da geçiyor. Çeşitli blogları takip edip de yeni yeni şeyler öğrenmek çok keyifli.
Birçok yeni kişi ve kitapla tanıştım bu sayede, çok şükür.
Bu süreçte eski öğrencilerimden birinin bana hissettirdiği şeyi nasıl anlatsam, nasıl söylesem diye düşünüyordum.
...
Öncelikle belirtmek isterim ki öğrencimi öğretmen arkadaşlarım tanıyacakları ve bu yazıda yer alan öğrencimin ve ailenin haberi olmadan bir şeyler paylaşacağım için özür dilerim. Ancak tanınmaması için isim ve özellikleri değiştirerek anlatmayı düşünüyorum size.
Bu sansüre özel hayatın gizliliği için ben gerek duydum. Bu inceliği okuyucularımdan da bekliyorum. (Okuyucu Ne havalı oldu.) Yani demem o ki, kim diye düşünmeden okuyun. Boşverin, burada duygu mühim.
...
Öğrencim sevgili Doğuş kaynaştırma okulundaki bir arkadaşına aşık olmuştu. Beren sınıflarındaki bir kızdı ve onu çok seviyordu. Adı Doğuş'un ağzından düşmüyordu. Her sohbette o!
Ben de "insan" olan aklımla bütün duygulardan yoksun olarak sevdiği, hoşlandığı kızın çok alımlı, çok güzel, dikkat çeken, hani sınıflardaki o havalı kızlardan olacağını düşünüp gülüp geçmiştim.
Genelde bizim kaynaştırma öğrencilerimiz okullarında istenmeyen, dışlanan ve her zaman sınıfın en arkasında oturma mahkum edilenlerden oluyor. Bunu aileler, öğretmen arkadaşlar... Hep bilir. Tabi iyi niyetli sınıf öğretmenlerinin çabalarını unutmayalım.
Böyle olduğunu tahmin ederek sınıfın arkada sıralarında oturan silik çocuğunun ön sıralarda oturan süslü bir kıza aşkı olarak görüp geçtiğim bir sevgiydi bu.
Sonra bu öğrencim bir gün beni şu popüler sosyal paylaşım sitesinde ekledi. Profil fotoğrafında Beren ile fotoğrafı vardı.
Görünce ağlamaya başladım.
Beren aklımdaki o süslü kızdan çok uzaktı. Belki de güzel diyemeyeceğiniz bir kızdı ama... Onu Doğuş sevmişti. Güzel olmasını beklemeden, herhangi görsel bir güzellik duymadan onu sadece sevmişti. Sevmeye niyet etmişti.
Fotoğrafa bakıp çok ağladım. Sonra Fuzulî'nin o güzel (Güzel diyerek yorum yapma cürreti gösterdiğim için Allah beni affede.) mesnevisinde güzelliği anlatılan Leyla'yı düşündüm. Sonra başka bir hikayede Mecnun'un padişaha verdiği cevap geldi aklıma: "Sen onu bir de benim gözümden gör."
Sevgili öğrencim, nam-ı diğer Doğuş, Allah senin gözünde dünyaya bakmayı nesip etsin bize.
Birçok yeni kişi ve kitapla tanıştım bu sayede, çok şükür.
Bu süreçte eski öğrencilerimden birinin bana hissettirdiği şeyi nasıl anlatsam, nasıl söylesem diye düşünüyordum.
...
Öncelikle belirtmek isterim ki öğrencimi öğretmen arkadaşlarım tanıyacakları ve bu yazıda yer alan öğrencimin ve ailenin haberi olmadan bir şeyler paylaşacağım için özür dilerim. Ancak tanınmaması için isim ve özellikleri değiştirerek anlatmayı düşünüyorum size.
Bu sansüre özel hayatın gizliliği için ben gerek duydum. Bu inceliği okuyucularımdan da bekliyorum. (Okuyucu Ne havalı oldu.) Yani demem o ki, kim diye düşünmeden okuyun. Boşverin, burada duygu mühim.
...
Öğrencim sevgili Doğuş kaynaştırma okulundaki bir arkadaşına aşık olmuştu. Beren sınıflarındaki bir kızdı ve onu çok seviyordu. Adı Doğuş'un ağzından düşmüyordu. Her sohbette o!
Ben de "insan" olan aklımla bütün duygulardan yoksun olarak sevdiği, hoşlandığı kızın çok alımlı, çok güzel, dikkat çeken, hani sınıflardaki o havalı kızlardan olacağını düşünüp gülüp geçmiştim.
Genelde bizim kaynaştırma öğrencilerimiz okullarında istenmeyen, dışlanan ve her zaman sınıfın en arkasında oturma mahkum edilenlerden oluyor. Bunu aileler, öğretmen arkadaşlar... Hep bilir. Tabi iyi niyetli sınıf öğretmenlerinin çabalarını unutmayalım.
Böyle olduğunu tahmin ederek sınıfın arkada sıralarında oturan silik çocuğunun ön sıralarda oturan süslü bir kıza aşkı olarak görüp geçtiğim bir sevgiydi bu.
Sonra bu öğrencim bir gün beni şu popüler sosyal paylaşım sitesinde ekledi. Profil fotoğrafında Beren ile fotoğrafı vardı.
Görünce ağlamaya başladım.
Beren aklımdaki o süslü kızdan çok uzaktı. Belki de güzel diyemeyeceğiniz bir kızdı ama... Onu Doğuş sevmişti. Güzel olmasını beklemeden, herhangi görsel bir güzellik duymadan onu sadece sevmişti. Sevmeye niyet etmişti.
Fotoğrafa bakıp çok ağladım. Sonra Fuzulî'nin o güzel (Güzel diyerek yorum yapma cürreti gösterdiğim için Allah beni affede.) mesnevisinde güzelliği anlatılan Leyla'yı düşündüm. Sonra başka bir hikayede Mecnun'un padişaha verdiği cevap geldi aklıma: "Sen onu bir de benim gözümden gör."
Sevgili öğrencim, nam-ı diğer Doğuş, Allah senin gözünde dünyaya bakmayı nesip etsin bize.
18 Temmuz 2013 Perşembe
Hatıra Kutusundan Çıkanlar
Şimdi çoğu çöpte.
Yine de eskide kalanları, daha önceki yaşları, güzellikleri, yanlışları, geçmişte umut olup şimdi hayatımın sıradanı olanları görmek tuhaf bir duygu.
Bu "tuhaf" kelimesini, "kötü" kelimesini kullanmamak için kullandığımı fark ettim. Tuhaf diyorsam işin içinde bir kötülük varmış, yeni gördüm.
Her neyse.
...
Konu kutudan çıkanlar.
Şimdiki hayatımın telaşına öyle bir dalmışım ki sevgilimle sevgili olmayı yaşamayı unutmamız gibi ben de kendimde kendim olmayı yaşamayı unutmuşum. Gelişme acı bir gelişme olmuş.
İlkokulda daha çok yazı yazan, şimdi küçümsediğim yazılar bile olsa daha çok şey paylaşan biri varken lisede ve hele ki üniversitede bu oldukça azalmış. Yeni dönemde bu blog dışında yazdığım, karaladığım hiçbir şey yok. Susuyormuşum gittikçe.
Dostlardan kalan mektuplar var sonra. Hayatımın bir köşesinde asılı kalmış, "Badem Dalına Asılı Bebekler" gibi duran, bademin köklerine karışmış ve yok olmuş, karakterime tat bırakmış olanları ve anısı bile kalmayacak şekilde unuttuklarım... Ve tabi şimdi yanı başımda olanlar.
İsimsiz bir mektupta "Çekap yapalım. Öyle güçlü olalım süper kahramanlar gibi falan" yazan bir yazı gördüm. Biz ne çeliklere su verdik o yazıdan sonra... Kimlerle aynı çeliğe ortak olduk, kimlerin çeliklerini ellerine tutuşturduk. Hey gidi! İnsan şaşırıyor. Bu kelimeleri yazan nerede, kiminle, ne yapıyor... Sormanın yararı yok. Giden gidiyor. "Yarım kalan havada kalıyor" hepsi bu. Keşke mektubu kimden aldığımı not alsaymışım.
...
Sonra bir de özene bezene sakladığım ama anlamını unuttuğum hatıralar. Atsan atılmaz atmasan bir anlamı kalmamış... Anılara ayıp olmuş...
Büyümüşüm. Ama keşke yine de o mektupları okumasaymışım, hatıralara dokunmasaymışım bugün. Güzel bir pazar şimdi sevdiğimin sınav telaşında değil de Amasya'da, Sulakyurt'ta geçecek.
Oysaki güzel şeyler var.
Sevdiğim dizimin dibine geliyor. Aynı apartmanda yaşamak ne demek öğreneceğiz artık, beraber Digitürk alacağız, ilk kez sahiden beraber olacağız, diz dibi. İş de tamam gibi. Daha ne olsun.
İşte geçmişin gölgesi! Def ol!
...
Sonra bir de yazılarıma anlam yüklemeyi başardım. Kim için, neden yazıyordum diye soruyordum. Kendim için ve haz almak için yazdığımı buldum. Çoğu yazım hiç kontrol edilmeden yayınlanıyor, sansür almadan, içimden... Kimin okuduğu, ne yorum yapacağı pek ilgilendirmiyor. Bir gün kitapları herkesçe okunan biri de olmak istemiyorum. Bu kadarı bana yetiyor. Sadece küçücük bir yazının on sene sonra okunduğunda neler hissettirdiğini artık anlayabileceğim bir yaştayım.
...
Her neyse.
Gelelim tekrar yazının konusuna.
Geçip giden zamanları bir yerlerde bulmak gibi bir hevesim yok. Sevdiğimle kurduğumuz bu şirin hayat olmak istediğim nokta ama işte...
Dostum dediğin senden habersiz evlenince insan sorguluyor zaman bizden ne aldı diye. Benden alabilir, ondan alabilir ama bizden hiçbir şey alamaz zaman, demeliydik. Kimileri için öyle olmuyor işte.
Eğer kalbinde "biz" diye bir şey varsa ona hiçbir şey olmuyor. Bana, sana bir şey olsa da, biz sapasağlam duruyor. Bir yamuk ile de her şey bitiveriyor.
Ruhuna dualar.
...
Bir de şunu düşündüm.
Ben hatıraları biriktirip herkesi ölümsüz kılıyorum bir şekilde. Çoğu mektupta yazan ince düşünme özelliğim de belki de bundan geliyor. Geçmişim hep o kutuda. Bunu bile bile yaşıyorum. Ama bir çakmakla da gidiveriyor işte. Hepsi bu kadar.
Yine de eskide kalanları, daha önceki yaşları, güzellikleri, yanlışları, geçmişte umut olup şimdi hayatımın sıradanı olanları görmek tuhaf bir duygu.
Bu "tuhaf" kelimesini, "kötü" kelimesini kullanmamak için kullandığımı fark ettim. Tuhaf diyorsam işin içinde bir kötülük varmış, yeni gördüm.
Her neyse.
...
Konu kutudan çıkanlar.
Şimdiki hayatımın telaşına öyle bir dalmışım ki sevgilimle sevgili olmayı yaşamayı unutmamız gibi ben de kendimde kendim olmayı yaşamayı unutmuşum. Gelişme acı bir gelişme olmuş.
İlkokulda daha çok yazı yazan, şimdi küçümsediğim yazılar bile olsa daha çok şey paylaşan biri varken lisede ve hele ki üniversitede bu oldukça azalmış. Yeni dönemde bu blog dışında yazdığım, karaladığım hiçbir şey yok. Susuyormuşum gittikçe.
Dostlardan kalan mektuplar var sonra. Hayatımın bir köşesinde asılı kalmış, "Badem Dalına Asılı Bebekler" gibi duran, bademin köklerine karışmış ve yok olmuş, karakterime tat bırakmış olanları ve anısı bile kalmayacak şekilde unuttuklarım... Ve tabi şimdi yanı başımda olanlar.
İsimsiz bir mektupta "Çekap yapalım. Öyle güçlü olalım süper kahramanlar gibi falan" yazan bir yazı gördüm. Biz ne çeliklere su verdik o yazıdan sonra... Kimlerle aynı çeliğe ortak olduk, kimlerin çeliklerini ellerine tutuşturduk. Hey gidi! İnsan şaşırıyor. Bu kelimeleri yazan nerede, kiminle, ne yapıyor... Sormanın yararı yok. Giden gidiyor. "Yarım kalan havada kalıyor" hepsi bu. Keşke mektubu kimden aldığımı not alsaymışım.
...
Sonra bir de özene bezene sakladığım ama anlamını unuttuğum hatıralar. Atsan atılmaz atmasan bir anlamı kalmamış... Anılara ayıp olmuş...
Büyümüşüm. Ama keşke yine de o mektupları okumasaymışım, hatıralara dokunmasaymışım bugün. Güzel bir pazar şimdi sevdiğimin sınav telaşında değil de Amasya'da, Sulakyurt'ta geçecek.
Oysaki güzel şeyler var.
Sevdiğim dizimin dibine geliyor. Aynı apartmanda yaşamak ne demek öğreneceğiz artık, beraber Digitürk alacağız, ilk kez sahiden beraber olacağız, diz dibi. İş de tamam gibi. Daha ne olsun.
İşte geçmişin gölgesi! Def ol!
...
Sonra bir de yazılarıma anlam yüklemeyi başardım. Kim için, neden yazıyordum diye soruyordum. Kendim için ve haz almak için yazdığımı buldum. Çoğu yazım hiç kontrol edilmeden yayınlanıyor, sansür almadan, içimden... Kimin okuduğu, ne yorum yapacağı pek ilgilendirmiyor. Bir gün kitapları herkesçe okunan biri de olmak istemiyorum. Bu kadarı bana yetiyor. Sadece küçücük bir yazının on sene sonra okunduğunda neler hissettirdiğini artık anlayabileceğim bir yaştayım.
...
Her neyse.
Gelelim tekrar yazının konusuna.
Geçip giden zamanları bir yerlerde bulmak gibi bir hevesim yok. Sevdiğimle kurduğumuz bu şirin hayat olmak istediğim nokta ama işte...
Dostum dediğin senden habersiz evlenince insan sorguluyor zaman bizden ne aldı diye. Benden alabilir, ondan alabilir ama bizden hiçbir şey alamaz zaman, demeliydik. Kimileri için öyle olmuyor işte.
Eğer kalbinde "biz" diye bir şey varsa ona hiçbir şey olmuyor. Bana, sana bir şey olsa da, biz sapasağlam duruyor. Bir yamuk ile de her şey bitiveriyor.
Ruhuna dualar.
...
Bir de şunu düşündüm.
Ben hatıraları biriktirip herkesi ölümsüz kılıyorum bir şekilde. Çoğu mektupta yazan ince düşünme özelliğim de belki de bundan geliyor. Geçmişim hep o kutuda. Bunu bile bile yaşıyorum. Ama bir çakmakla da gidiveriyor işte. Hepsi bu kadar.
15 Temmuz 2013 Pazartesi
Benim Türkülerim
Ve sonunda böyle bir başlık atabildim.
Değerli birtanecik sevdiğim hayatıma girdiğinden beri Rock'a yönelik ilgim azaldı diyenler sussun. Rock her zaman bir yerlerde Redd gibi, Mor ve Ötesi gibi gruplarla sevilecek bir müzik türü, Türkçe. Bu müzik türüne ek olarak ise artık halk müziği dinliyorum. "Ay ne kadar zıt!" diyenler, pencereyi kapatın.
Halk müziği sevgim ise sevdiceğimin Elzaığ'daki (Fırat TV'den naklen (!) yayınlanan) mezuniyet balosunda tamamen doruklara ulaştı. Güneydoğu'nun bağrında onca genç hep bir ağızdan türküler söylerken benim susuyor olmam çok zoruma gitti.
Sonra bu yaz Kazancı Bedih ile tanıştım.
Cepte olan türküleri de sayarsak dağarcığım oldukça gelişti. Bir de annemin dinlediği sonradan AKP'nin mitingine adam topluyor diye sempatimizi yitirdiğimiz Ostim Radyo (Sadece türkü kü kü kü) türkülerinin hakkını yememeliyim.
Ve işte benim türkülerimin sıralaması başlıyor.
- Yüksek minarede kandiller yanar http://fizy.com/song/ender-balkir-yuksek-minarede-kandiller-yanar/1f9xqj
"İnsan sevdiğine böyle mi yanar?" bu nasıl bir sözdür? Bu nasıl bir müziktir? Bu türkünün değerli olmasının bir diğer sebebi de türküde geçen yüksek minarelerin altında bu türkünün söylenmiş olmasıdır.
Çok yaşa sen türkü. Torunlarımın torunlarının torunları bile seni dinlesin, e mi? - Kar mı yağmış şu Harput'un başına http://fizy.com/song/kazanci-bedih-kar-mi-yagmis-su-harputun-basina/1agr0f
Eğer benim önerdiğim sayfadan dinleyecek olursanız... O nasıl bir türkü girişidir? O ne güzel bir türküdür. İlk iki türkünün Harput'tan olmasını mazur görün.
Malumunuz...
Harput Değerlimle ilişkimizin mabedlerinden biridir. O kale, o yol, o rüzgar var oldukça bu türkü de biz de var olalım. Olmaz mı? - Hani Yaylam http://fizy.com/song/tolga-candar-hani-yaylam/1ai8gd
Erzurum türküsüymüş. Benim dinlediğim hali bir zeybeği andırmıyor mu?
Önce Ostim Radyo'da sonra da TRT-Nağme'de tesadüfen dinlediğim bu güzel türkünün sözleri ne de elemlidir ne de kederlidir.
Hani durup geriye bakarsınız sonra "Hani?" dersiniz. O zaman işte bu türküyü dinlemek yalnız olmadığınızı hissetmenizi sağlar. - Ben yarime neler neler alayım http://fizy.com/song/bedia-akarturk-ben-yarime-neler-alayim/1ai42s
Bizim kalabalık cadde türkümüz. Sevdiğimle bağıra çağıra bu türküyü söylediğimiz Atatürk Bulvarı, Konya Yolu, Eskişehir Yolu, Tandoğan Kavşağı... Her yerde bu türkü kokuyor artık.
Nereden buldum, nasıl buldum da bu türkü böyle değerli oldu bilmiyorum.
Bedia Akartürk ise her zaman sesiyle canım ciğerim olmuştur. Söylemeden geçemem. Dinleyip severseniz sevdiğinize hediyesini verirken şebelek şebelek söylemesi çok keyifli oluyor. (Yemek tarifi veren ev hanımı edası.) - Kara köprü narlıktır http://fizy.com/song/kazanci-bedih-kara-kopru-narliktir/1ajcer
Yine Güneydoğu Anadolu'dan bir türkü... Bu türkünün gerek sözleri gerekse müziği... En çok da müziği...
"Güzellik bir varlıktır." Ah ah...
Tabi bir de Kazancı Bedih farkı...
Çok bir şey yazamam ki! - Hele yar zalim yar http://fizy.com/song/izzet-altinmese-hele-yar-zalim-yar/1agm2r
Ne şirin türküsün sen.
İzzet Altınmeşe'nin sesi de ne güzeldir... - Garip bir kuştu gönlüm http://fizy.com/song/kazanci-bedih-garip-bir-kustu-gonlum/1ajces
"Garip bir kuştu gönlüm, elimden uçtu gönlüm. Saçının tellerine takıldı düştü gönlüm." dedikten sonra "Amaaan!" diye uzatmak ne de iyi geliyor insana. Kocaman bir aman! Her şeye!
Kazancı Bedih ruhun şad olsun. Sesin asırlar boyu yaşasın. - Alaydım elin elime http://fizy.com/song/huseyin-turan-alaydim-elin-elime/1aipyq
Hüseyin Turan'dan dinlemesi ayrı bir keyif.
Kafama takılan; Urfa türküsünün klibi neden Pamukkale travertenlerinde çekilir? Bir de güneş gözlüğüyle... Alemsin Hüseyin Turan. (TRT-Türk'teki Dilek Ağacı programı tam benlik. Bir TRT naifliği... Bir güzellik...) - Kerimoğlu zeybeği http://fizy.com/song/sumer-ezgu-kerimoglu-zeybegi/2b7cfl
Bu türkü çalacak ve kendinden emin, ne yaptığını ve dansın öyküsünü bilen bir dansçı gelecek ve bir zeybek devirecek karşında. Sen de ağlarak izleyeceksin kendini tutamayıp.
Her halk dansları gösterisinde ben ağlarım. Nedeni yok. Bunun üzerine de bir yazı yazmalıyım. - Mecnun'um Leyla'mı gördüm http://fizy.com/song/erkan-ogur-ismail-hdemircioglu-mecnunum-leylami-gordum/1aj9ae
Bu türküye dair söyleyeceğim tek cümle; bana bu türküyle ölümsüz bir aşk sunan değerlim, sen iyi ki'sin.
13 Temmuz 2013 Cumartesi
Tezer'i Anlama Sanatı
Tezer Özlü'ye dair bu kaçıncı yazım bilmiyorum... Okuduğum ona dair her yazıda, her kitabında içimdeki yazar, şair, gezgin, fotoğrafçı ve yönetmen uyanıyor. Sanattan ibaret kocaman bir beden oluyorum.
Anlama sanatı dedim ama... Hani bazı insanlar vardır ve ağzından çıkan kelimelerin aslında ne demek olduğunu bilirsiniz... Bazı yazarlarla da böyle olur ya hani. İşte o yazar sevgili Tezer. Benim için.
Kardeşimin İstanbul'dan gelişiyle sevgili Tezer'in neredeyse bütün kitaplarına sahip olmuş oldum. Eksik kalan "Kalanlar"ı da okuduktan sonra tamam oldu.
Çocukluğun Soğuk Geceleri ile tanışmamız bence en doğru adımdı. Yaşamın Ucuna Yolculuk ve derken Kalanlar... Şimdi sevgili Tezer en yakın dostum gibi, yakın.
Bilmiyorum yaşasa gider tanışır mıydım, görüşür müydüm... Bilmiyorum o benim onun okuru ya da dostu olmamdan memnun olur muydu...
...
Ne çok üç noktalı bir yazı oldu.
...
Sevgili Tezer'i kendime yakın görmem sevdiği yazarlardan, etkilendiği kitaplardan ileri gelmiyor sadece. Gezdiği kentler, kentlerden aktardıkları, üslubu ve kelimeleri tabi etkili. Bütün bunlara ek olarak ölümü ele alışı onu bana yakınlaştırıyor. Ölümü gizli bir bekleyiş yok mu sizce de o umursamaz ama kaygılı yazılarında? Ölümü avucunun içine alıp ölmüş bir balık gibi onu incelemesi ve bütün bunları yaparken seçtiği kelimeler...
...
İyi ki sevgili Tezer var. İyi ki yazılar yazmış. İyi ki gözlerim hala yerinde ve ben o yazıları okuyabiliyorum. Yazı mı dedim?
Sevgili Tezer'in yazdıklarını sadece "yazı" kelimesi ile anlatmak çok büyük haksızlık olur. Kaleminden çıkan her bir hece bir bir umuttur ve ağıttır.
Ruhu şad olsun.
Bir şey daha vardı:
Okunacalar listesi:Eski Bahçe, Zaman Dışı Yaşam, Eski Bahçe Eski Sevgi, Tezer Özlü'den Leyla Erbil'e Mektuplar.
8 Temmuz 2013 Pazartesi
Erteleme Üzerine Minik Bir Deneme
Ertelemek Türk Dil Kurumu'nun güncel sözlüğündeki anlamıyla "Sonraya bırakmak, tecil etmek, talik etmek, tehir etmek" demek. Ben artık sadece bundan ibaret olduğunu düşünmüyorum...
...
Ertelemek nihayetinde zaman dediğimiz tuhaf olgunun sevmediği kapı komşusu değil midir?
...
Ertelemek aslında ertelenen şeyin ne olduğuna dair değişen bir eylem. Eylem mi? Kelime anlamıyla öyle. Biz eylem olarak görmeye devam edelim. Ertelenen konu, durum, olay vs. her neyse ertelemenin acıklılığı ya da eğlencesi değişiyor.
Mesela uyumayı ertelersen eninde sonunda bir yerde sızar kalırsın. Yemek yemeyi ertelersen bir yerde düşüp bayılırsın. Sevmeyi ertelersen yapayalnız ölürsün. Kitap okumayı ertelersen AKP'ye oy verirsin. Düşünmeyi ertelersen milliyetçi olursun. Elini yüzünü yıkamayı ertelersen geç uyanırsın. Haberleri izlemeyi ertelersen ilk izlediğin haberle nerede olduğunu hatırlarsın. Evliliği ertelersen karta kaçarsın. Annene gitmeyi ertelersen anneni özletirsin. Daha uzar da uzar...
Ertelemenin ne durumda yapıldığı da bir diğer konu. Keyfi bir erteleme mi yoksa zorunlu bir erteleme mi olduğu önemli. Erteleme zorunlu olduğu zaman farklı bir anlam keyfi olduğu zaman farklı bir anlam kazanır. Ve "ertelemek" kelimesinin içinde biraz olumsuzluk yani zorunluluk sezilmiyor değildir, aslında. Ertelemek kelimesinin içinde keyfiyet yok gibidir.
Yine mesela; paran olmadığı için okula gitmeyi erteliyorsan iş fenadır. Zorunludur bu. Canın istemediği için derse gitmeyi erteliyorsan iş yolundadır. Devam zorunluluğun yoksa daha da güzeldir. Ama öğretmensen ve o ertelediğin bir saatin telafisini yapman gerekiyorsa iş yine fenadır. Kredi borcun olduğu için fotoğraf makinesi almayı erteliyorsan da iş fenadır, zorunluluk. Biraz para biriktireyim de daha iyisini alayım diyorsan keyfidir, daha az zorunluluktur yine de iyidir. Gibi gibi...
Ertelemek kelimesinin içinde barındırdığı olumsuzluk durumu dışında bir de "sabır" vardır ki o konuya girersek çıkamayacak gibiyiz. Sabır üzerine konuşup ahkam kesecek deneyime artık sahibim, üzgünüm, bu konuda mütevazi olamayacağım. Yeteri kadar ertelenen bir ömrüm var ve yeteri kadar sabır gösterme gücüne halen sahibim... Bu konu ayrı...
...
Şimdi asıl konuya gelelim. Ertelenen hayatlar, kirli oyunlar ve bütün bunların içinde küçük bir kız... Yok yok dizi jeneriği falan değil.
Asıl bahsetmek istediğim çevremizde artık ne de çok ertelenen ömürün olduğu. Ben sadece kendimi görüyordum ama artık çoğu insana dokunduğumda görüyorum ki iş vahim... Hem de en olumsuz şekli var ertelemenin.
Nedense hala en acıklısı benimkiymiş gibi geliyor.
Ertelemenin, sosyal yaşamla ve ekonomik koşullarla etkileşimi çok büyük. Bunu yadsımak imkansız. Ülkemizin bizim ceplerimizi bulmayan büyümesi malumunuz hayatlarımızın ertelenmesinin en büyük sebebi. Tabi cemaatin mensubuysanız, bir yerlerde tanıdığınız varsa erteleme denen olgu (Bakın şimdi de olgu oldu.) size pek dokunmuyor. Bütün bunların dışındaysanız herkesin size üzülerek bakmasına ve ertelemenin geceler boyu yaşattığı berbat sancılara alışmanız gerekir.
...
Amacım siyasi bir yazı yazmak değil!
...
Ertelemenin sonuna gelelim. Yani erteledik ve o ertelediğimiz zamana geldik. Sevilmeyen yan komşu bir gün yüzümüze güler ve ertelenen zaman gelir, mutlu olunur. Bir de gelinmeyen zamanlar var. Mesela bir deprem olur ve öpmeyi ertelediğin evladın kollarında can verir. Çalışmayı ertelediğin sınav berbat geçer... İyi örnekleri neden atladın demeyin. Motivasyon meselesi.
...
Biz neleri erteliyoruz? ÖYP başvurusunu erteliyoruz... Evliliği erteliyoruz... Beraber bir yaşamı erteliyoruz... Ehliyet almayı erteliyoruz... St. Petersburg tatilini erteliyoruz... Hediyeler almayı erteliyoruz...
Bütün bunlar maddiyata yani bu dünyaya dair şeyler değil mi? O zaman ne zaruriyeti var? Boşvermek ne kadar zor olabilir bu denli maddi şeylere?
Tabi bir de erteleye erteleye gelinen bu sorular var ki artık yazıyı bitirmek istiyorum.
...
Ertelemek nihayetinde zaman dediğimiz tuhaf olgunun sevmediği kapı komşusu değil midir?
...
Ertelemek aslında ertelenen şeyin ne olduğuna dair değişen bir eylem. Eylem mi? Kelime anlamıyla öyle. Biz eylem olarak görmeye devam edelim. Ertelenen konu, durum, olay vs. her neyse ertelemenin acıklılığı ya da eğlencesi değişiyor.
Mesela uyumayı ertelersen eninde sonunda bir yerde sızar kalırsın. Yemek yemeyi ertelersen bir yerde düşüp bayılırsın. Sevmeyi ertelersen yapayalnız ölürsün. Kitap okumayı ertelersen AKP'ye oy verirsin. Düşünmeyi ertelersen milliyetçi olursun. Elini yüzünü yıkamayı ertelersen geç uyanırsın. Haberleri izlemeyi ertelersen ilk izlediğin haberle nerede olduğunu hatırlarsın. Evliliği ertelersen karta kaçarsın. Annene gitmeyi ertelersen anneni özletirsin. Daha uzar da uzar...
Ertelemenin ne durumda yapıldığı da bir diğer konu. Keyfi bir erteleme mi yoksa zorunlu bir erteleme mi olduğu önemli. Erteleme zorunlu olduğu zaman farklı bir anlam keyfi olduğu zaman farklı bir anlam kazanır. Ve "ertelemek" kelimesinin içinde biraz olumsuzluk yani zorunluluk sezilmiyor değildir, aslında. Ertelemek kelimesinin içinde keyfiyet yok gibidir.
Yine mesela; paran olmadığı için okula gitmeyi erteliyorsan iş fenadır. Zorunludur bu. Canın istemediği için derse gitmeyi erteliyorsan iş yolundadır. Devam zorunluluğun yoksa daha da güzeldir. Ama öğretmensen ve o ertelediğin bir saatin telafisini yapman gerekiyorsa iş yine fenadır. Kredi borcun olduğu için fotoğraf makinesi almayı erteliyorsan da iş fenadır, zorunluluk. Biraz para biriktireyim de daha iyisini alayım diyorsan keyfidir, daha az zorunluluktur yine de iyidir. Gibi gibi...
Ertelemek kelimesinin içinde barındırdığı olumsuzluk durumu dışında bir de "sabır" vardır ki o konuya girersek çıkamayacak gibiyiz. Sabır üzerine konuşup ahkam kesecek deneyime artık sahibim, üzgünüm, bu konuda mütevazi olamayacağım. Yeteri kadar ertelenen bir ömrüm var ve yeteri kadar sabır gösterme gücüne halen sahibim... Bu konu ayrı...
...
Şimdi asıl konuya gelelim. Ertelenen hayatlar, kirli oyunlar ve bütün bunların içinde küçük bir kız... Yok yok dizi jeneriği falan değil.
Asıl bahsetmek istediğim çevremizde artık ne de çok ertelenen ömürün olduğu. Ben sadece kendimi görüyordum ama artık çoğu insana dokunduğumda görüyorum ki iş vahim... Hem de en olumsuz şekli var ertelemenin.
Nedense hala en acıklısı benimkiymiş gibi geliyor.
Ertelemenin, sosyal yaşamla ve ekonomik koşullarla etkileşimi çok büyük. Bunu yadsımak imkansız. Ülkemizin bizim ceplerimizi bulmayan büyümesi malumunuz hayatlarımızın ertelenmesinin en büyük sebebi. Tabi cemaatin mensubuysanız, bir yerlerde tanıdığınız varsa erteleme denen olgu (Bakın şimdi de olgu oldu.) size pek dokunmuyor. Bütün bunların dışındaysanız herkesin size üzülerek bakmasına ve ertelemenin geceler boyu yaşattığı berbat sancılara alışmanız gerekir.
...
Amacım siyasi bir yazı yazmak değil!
...
Ertelemenin sonuna gelelim. Yani erteledik ve o ertelediğimiz zamana geldik. Sevilmeyen yan komşu bir gün yüzümüze güler ve ertelenen zaman gelir, mutlu olunur. Bir de gelinmeyen zamanlar var. Mesela bir deprem olur ve öpmeyi ertelediğin evladın kollarında can verir. Çalışmayı ertelediğin sınav berbat geçer... İyi örnekleri neden atladın demeyin. Motivasyon meselesi.
...
Biz neleri erteliyoruz? ÖYP başvurusunu erteliyoruz... Evliliği erteliyoruz... Beraber bir yaşamı erteliyoruz... Ehliyet almayı erteliyoruz... St. Petersburg tatilini erteliyoruz... Hediyeler almayı erteliyoruz...
Bütün bunlar maddiyata yani bu dünyaya dair şeyler değil mi? O zaman ne zaruriyeti var? Boşvermek ne kadar zor olabilir bu denli maddi şeylere?
Tabi bir de erteleye erteleye gelinen bu sorular var ki artık yazıyı bitirmek istiyorum.
19 Haziran 2013 Çarşamba
İş Değişikliği Duygu Durumları.
Sevgili okurları ihmal edeli uzun bir zaman olmuş.
Aklımda yazmak için çok konu biriktirip hepsini unuttuğum bir süreçten daha geçtim, ondan diye düşünüyorum.
Olan biteni mi anlatsam, ülkemin derdine mi yansam, dünyadan mı dem vursam bilemedim. Noktalama işaretlerini unuttuğum şu günlerde sanırım yaptığım en doğru hareket iş değiştirmek.
Neden mi?
Eminim siz de kişiliğinize saygı duyulmayan ve pasifize edilmeye çalışıldığınız bir yerde çalışmak istemezseniz. Her ne kadar çocuklarımdan ayrılmak beni üzüyor olsa da buna katlanmak zorundayım. Hem bu süreçte görmüş oluyorum ak g.t kara g.t kimmiş. Süper oluyor.
...
Bütün dünyam işim değil, en azından artık.
...
Türkiye'nin derin bir aşınmadan geçtiği şu kimi için hiçbir şey ifade etmeyen, kimi için ölüm kalım meselesi olan kimininse parasını alıp işine baktığı şu süreç beni de derinden etkiledi. Yaşadığım güvensizlik çıkmazı (Psikolojik danışmanlık edasına bürünecek olursam...) rüyalarımla beraber bilinçaltı mekanizmamdan çıkmaya başladı. Bu güvensizliği bu denli kontrollü olan ben dengesiz bir halde hissettiysem "diğerlerini" düşünemiyorum bile. Yaşanan bu "berbat" süreçte konuşulanlar, protesto edilenler ve verilen cevaplar artık o kadar mide bulandırıcı bir hal aldı ki konuşmanın bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Gün gelir devran döner, bu net!
...
İstanbul tatilim kapıda. İşten ayrılıyor olabilirim. Dünyanın sonu olmadığını o kutsal tatil ile anlatacağım kendime.
28 Haziran "kutsal gün" olma özelliğini bu sene de hiçbir güne bırakmadı. Değerlimin doğumunu, işten ayrılmamı ve uzun tatilimin başlamasını tek bir günde kutlayacağım. Nasıl ama?!
Siz tabi Değerlim ile yapacağım otobüs yolculuklarını, gezeceğim müzeleri, yürüyeceğim caddeleri, çekeceğim fotoğrafları, eskiteceğim ayakkabıları ve daha birçok romantik şeyi boşverin. Yanyana olmak şükür sebebi değil mi?
...
Son zamanlarda Kazancı Bedih dinler oldum. Favorim ise şunlar:
Kara köprü narlıktır: http://fizy.com/song/kazanci-bedih-kara-kopru-narliktir/1ajcer
Kar mı yağmış şu Harput'un başına: http://fizy.com/song/kazanci-bedih-kar-mi-yagmis-su-harputun-basina/1agr0f
Benim sevdiğim türkü "çeşidinden" seviyorsanız tam size göre. Huzurlu, geniş manzara, ama toprak manzarası türküleri...
Anaaam, kurban olurum.
...
Bi de bi adam vardı, Pepe Aguilar'dı adı. Radyoda keşfedip sonra senelerde kendisini görmeden Se Fue'sini dinlemiştim. Sonra bir gün fotoğrafını görmüştüm...
Kardeşimden sonraki en büyük hayal kırıklığımdır. Olsun. Güzel şarkı...
...
Lev Tolstoy'un Kazaklar'ını okudum. Okuyun. Panait Istrati'nin Angel Dayı'sı o kadar da parlak değil Arkadaş kadar. Yine de cila gibi...
...
İyi okumalar.
Kendinize dikkat edin.
29 Nisan 2013 Pazartesi
Öğretmen Olarak İlk 23 Nisan
Özel okul olunca 23 Nisan'ı zamanında kutlamak da haliyle...
Biz 19 Nisan'da saat 10.00'da GATA'da, okulumuzun bi' elli metre yanındaki amfide kutladık çocuklarımızın bayramını.
Hummalı ama güzel bir çalışmanın ardından benim bıdıklarım bir halk oyunları gösterisi hazırladılar. Aylardır hayal ettiğim potporiyi sonunda oluşturdum. Mutluluktan öldüm, bittim.
...
Öğrenciyken o sahneye çıkmak, ailenin karşısında dans etmek, arkadaşlarınla o heyecanı paylaşmak... Hatırlamakta zorlandığım 23 Nisan törenlerinden bu duygular kalmış geriye. Kiminle partner olduğun, diğerlerinin kiminle partner olduğu, hangi müziğin ya da hangi kıyafetin olacağı daha değerli olduğu günlerdi o günler. Öğretmenlerse, deneyimi ne olursa olsun, profesyonellerdi. Yüce öğretmenler! Her yaptıkları doğru!
Şimdi kendi öğrencilerimin gözünde bunu görmek tuhaf bir duygu. Hepsini kollarından tutup gözlerinin içine baka baka "Ben mükemmel değilim. Her şeyi sizinle öğreniyorum." demek istiyorum, yapamıyorum. Sosyal roller... Ve tabi ki aramızdaki kocaman uçurum, başkalarının yarattığı.
Sahnede telaşla ve heyecanla bana bakan o gözler, figürleri yarım yamalak yapıp keyifle gerinen göğüsler, selamlarken o mahcup eğiliş, sahneden çıktıktan sonra ağlaşmalar...
İlk 23 Nisan böyle kalacak hafızamda.
Furkan, Serap, Berkay, Aziz, Mert, Büşra ve Kübra. Sahneye çıkış sırasına göre...
Yüz aklarım oldular.
...
Annemler gösteriden sonra gelebildiler. Değerlim ise çocuklarımı izledi, görüntülerini kaydetti, hepsini tebrik etti, bıdıklarım ona aşık oldu. "Yakışıklıymış." dediler.
Ailelerin mutluluğu, o gözlerdeki coşku...
...
Yüklemsiz cümleler yazdım bol bol bu yazımda.
Sanırım doğru bir kararla bu mesleği seçmişim. Sanırım doğru okuldayım. Sanırım doğru yöntemleri kullanıyorum. Sanırım doğru yerdeyim.
Genel bir eylem gerekiyorsa "şükür olsun" yazılabilir bütün cümlelerimin sonuna.
...
Hiçbirinizin bilemeyeceği acılardan süzülüp gelen bir yazı oldu bu aslında. Keşke bilebilseydiniz.
Şükür olsun.
28 Nisan 2013 Pazar
İkinci Yıla Dair
Nazara inanırım.
Nasıl korunacağımıza dair de batıl inançlarım bile vardır, kurtulmaya çalıştığım.
...
Bazı şeyler vardır... Yok yahu çok "kişisel gelişi"m ya da "öğlen kuşağı programları" girişi oldu bu. Farklı bir şey bulmalı.
...
Biri var.
Umutla dolduran içimi. Hayatımda en zorları bana öğretip çözümlerini ezberleten biri.
Bu giriş de olmadı sanki.
Olduğu kadar.
...
Her neyse.
Biz bu ikinci senede yine Türkiye'yi dolaştık. Elazığ'dan girdik, Konya'dan çıktık. Amasya'dan girdik Ankara'dan çıktık. Kayseri'de nefes aldık, Afyon'da olduğumuza şaştık. Çorum'u hatırlamıyoruz bile.
Bol bol özledik.
Gelecek için dua ettik.
Bir ton yeni şey öğrendik.
Mezun olduk.
Elazığ'da naklen yayınlanan bir mezuniyet töreninde karşılıklı roman oynadık, göbeciklerimizi attık.
Çorbacılara gittik, ciğercilere gittik, paşa konaklarında gezdik, havaalanlarında tur attık, otogarlarda sabahladık, Kurtuluş Parkı'nda yemediğimiz öğün bırakmadık, iş aradık, iş bulduk, hayal kurduk...
Yaşadık.
...
Esra ve Süleyman'dan kalan o "aşk" deneni, kutsalı yaşamaya çalışıyoruz kendimizce. Ruhları şad olsun.
...
Gençlik Parkı'nda, "Ben Ödüyorum"a gitmeden önce, yani Olcay Kavuzlu bize umutlarımızı yeşertecek o güzel telefonu açmadan önce kutladık yıldönümümüzü. Küçücük bir "pötibör"ün üzerinde ikinci yıl mumu...
...
Bu yazım sana sevdiğim.
İlan-ı aşk etmez kültürümüzde "paçi"ler ama...
İkinci senemizi kutladığımız bu mütevazilikte yirminci senemizi torunlarla kutlamak nasip olur inşallah. Ben senle evlenirim keke :) Seve seve :)
Nasıl korunacağımıza dair de batıl inançlarım bile vardır, kurtulmaya çalıştığım.
...
Bazı şeyler vardır... Yok yahu çok "kişisel gelişi"m ya da "öğlen kuşağı programları" girişi oldu bu. Farklı bir şey bulmalı.
...
Biri var.
Umutla dolduran içimi. Hayatımda en zorları bana öğretip çözümlerini ezberleten biri.
Bu giriş de olmadı sanki.
Olduğu kadar.
...
Her neyse.
Biz bu ikinci senede yine Türkiye'yi dolaştık. Elazığ'dan girdik, Konya'dan çıktık. Amasya'dan girdik Ankara'dan çıktık. Kayseri'de nefes aldık, Afyon'da olduğumuza şaştık. Çorum'u hatırlamıyoruz bile.
Bol bol özledik.
Gelecek için dua ettik.
Bir ton yeni şey öğrendik.
Mezun olduk.
Elazığ'da naklen yayınlanan bir mezuniyet töreninde karşılıklı roman oynadık, göbeciklerimizi attık.
Çorbacılara gittik, ciğercilere gittik, paşa konaklarında gezdik, havaalanlarında tur attık, otogarlarda sabahladık, Kurtuluş Parkı'nda yemediğimiz öğün bırakmadık, iş aradık, iş bulduk, hayal kurduk...
Yaşadık.
...
Esra ve Süleyman'dan kalan o "aşk" deneni, kutsalı yaşamaya çalışıyoruz kendimizce. Ruhları şad olsun.
...
Gençlik Parkı'nda, "Ben Ödüyorum"a gitmeden önce, yani Olcay Kavuzlu bize umutlarımızı yeşertecek o güzel telefonu açmadan önce kutladık yıldönümümüzü. Küçücük bir "pötibör"ün üzerinde ikinci yıl mumu...
...
Bu yazım sana sevdiğim.
İlan-ı aşk etmez kültürümüzde "paçi"ler ama...
İkinci senemizi kutladığımız bu mütevazilikte yirminci senemizi torunlarla kutlamak nasip olur inşallah. Ben senle evlenirim keke :) Seve seve :)
27 Nisan 2013 Cumartesi
Bi' Doğum'dan Fazlası
Malum. Kaç senedir biliyorsunuz. 13 Nisan doğum günüm.
Bu sene dedim, o kadar para kazanıyorum, paraya para demiyorum, paramı iyi bir şeye harcayayım dedim. Demez olaydım!
Doğum günümü üzerine organize ettim Zenger Paşa Konağı her şeyin ağzına tükürdü.
...
Günü baştan alalım.
Okulda seminer vardı. Aslında yararlı bir seminerdi. Katılmayı da çok istiyordum ama sevdiceğimle yakılacak mangal mı yoksa içeriğinin nasıl olacağından emin olmadığım bir seminer mi? Bu sorgulama beni fazla zorlamadı.
Cumartesi günü dersim olan öğrencilerimin hepsi doğum günümü unuttu. Koskoca grubumda bile bir hatırlayan "tosba" çıkmadı. Her neyse. Furkan'ın dediği gibi: Canımız sağ olsun.
Okuldan çıkıp sevdiceğimle buluştuk. Sonra doğru bizim ev...
Alışverişimizi yapıp babamın yaktığı mangala yetiştik. Harika bir Adana Kebabı keyfi yaptık. Ki babam bu işte ustadır.
Sonra bir güzel semaver çayı içtik ki biricik Değerlim hala bunu konuşuyor.
Sonra hazırlanıp düştük yollara.
...
Zenger Paşa Konağı'na karnımız tok gittiğimiz ve orada sadece bir şeyler içip aperatif bir şeyler atıştırarak doğum günümüzü kutlamak istediğimiz için garson beyefendi bizi aşağıladı. Servis oldukça yavaş ve saygısızcaydı.
Doğum günü pastamı saat sekiz civarında istedik. Dokuz buçuk gibi ancak geldi pastam ve işletme müdürü ile tartışmanın ardından gelmiş olması bütün büyüyü bozdu. Hepimizin suratı beş karışken üflenen mumdan ne hayır gelir? Peki ya tutulan dilekten?
Bir de 124 lira hesap ödedik!
İşletme müdürünün ve garsonların şişe şişe rakılar götürdükleri, kabarık hesaplı masalardaki müşterilerin önlerindeki eğilişleri gördükten sonra yalnızca bir öğretmen olduğumu, bunun gibileri eğitmek için artık çok geç kalındığını, haddimi bilmem gerektiğini ve bir daha böyle bir yerde bir şey kutlanabilir olduğu düşüncesini aklıma getirmemem gerektiğini anladım. Yazık!
Konak konumu, dekorasyonu ile güzeldi. Yemekler ve sunum berbattı. Fasıl dedikleri sarhoş eğlendirici adamlar da...
Fasıl var diye gittiğimiz mekan...
Bu konu burada kapansın.
Gidilmeyecek olan bir yer öneriyorum size. Sakın gitmeyin. İçkale'de Doyran Sokak'ta Zenger Paşa Konağı. Sakın gitmeyin.
...
Oradan çıkıp biricik dostumun evine geçtik. Krokanlı bir Figen Pastanesi pastası yedik, güzel bir dilek tuttuk. Oldu da bitti.
Sonrasında o mabet mutfakta edilen sohbete doyum olur mu?
Doğum günü işte o zaman anlamına erdi.
...
Şaka maka yaş oldu yirmi üç.
Ve Yalın diyor ki "Yıpranmamış hayatlar büyük hüzünler bekler."
Korkuyorum. Yıpranıp yıpranmadığımdan emin değilim.
...
Ve hiç ağlamadım.
29 Mart 2013 Cuma
Kızılay'daki Esnafın Hali
Uzun zamandır Kızılay'a inmiyordum. İnmek mi dedim? Her neyse!
Kızılay'da alışveriş yapmayı, gezmeyi zaten sevmem. Hele ki yanımda Değerlim olmadan hiç sevmem. Bugün de annem ve teyzemle bana gömlek ve elbise dikmek üzere alacağımız kumaşları almaya gittik. Gittiğimiz yerler aslında tahmin edilebilir mekanlar.
Gitmez olaydık!
Herkesin suratı beş karış!
Kolay gelsin diyorsun, karşılık verilmiyor. Gülümseyerek esprili bir alışveriş olsun istiyorsun, buz gibi bir surat...
Anlıyorum. Günlerce kimlerle karşılaşıyorlar ama ben gayet olumlu ve pozitif yaklaşırken bu soğukluk da nesi? İşleri kötü, ondan böyle desem... Yok. Ben gittiğimde gayet de işlek bir yer olduğunu seçebiliyordum, düşünün ben bile fark edebiliyorsam...
Hele bir düğme almaya gittiğimiz "Erdoğan Düğme"de olanları duysanız... Adamcağız, yaşlı başlı amca bizi o kadar beklettiği yetmezmiş gibi bir de azarlıyor. Gayet safiyane ve bu işleri bilmeyen bir insan olarak sorduğum sorunun cevabının bir azar olması... Öyle kızdım ki! Aldım kumaşlarımı çıktım oradan. Yaşından başından utanmadan kendi yaşının yarısındaki bir insanı herkesin için saygısızca azarlayan bir esnaf? Tuhaf.
Esnafların kaygılarını, yaşamlarını ve sorumluluklarını tahmin edebiliyorum. Ancak aylar sonra gördüğüm bu berbat manzara beni çok korkuttu. Esnafların suratında satılan sirke bizim sofralarımızda zehir oluyor. Bu zehir kültürümüzün de ağzına tükürüyor.
Kaygım büyük. Bilmem anlatabildim mi?!
Kızılay'da alışveriş yapmayı, gezmeyi zaten sevmem. Hele ki yanımda Değerlim olmadan hiç sevmem. Bugün de annem ve teyzemle bana gömlek ve elbise dikmek üzere alacağımız kumaşları almaya gittik. Gittiğimiz yerler aslında tahmin edilebilir mekanlar.
Gitmez olaydık!
Herkesin suratı beş karış!
Kolay gelsin diyorsun, karşılık verilmiyor. Gülümseyerek esprili bir alışveriş olsun istiyorsun, buz gibi bir surat...
Anlıyorum. Günlerce kimlerle karşılaşıyorlar ama ben gayet olumlu ve pozitif yaklaşırken bu soğukluk da nesi? İşleri kötü, ondan böyle desem... Yok. Ben gittiğimde gayet de işlek bir yer olduğunu seçebiliyordum, düşünün ben bile fark edebiliyorsam...
Hele bir düğme almaya gittiğimiz "Erdoğan Düğme"de olanları duysanız... Adamcağız, yaşlı başlı amca bizi o kadar beklettiği yetmezmiş gibi bir de azarlıyor. Gayet safiyane ve bu işleri bilmeyen bir insan olarak sorduğum sorunun cevabının bir azar olması... Öyle kızdım ki! Aldım kumaşlarımı çıktım oradan. Yaşından başından utanmadan kendi yaşının yarısındaki bir insanı herkesin için saygısızca azarlayan bir esnaf? Tuhaf.
Esnafların kaygılarını, yaşamlarını ve sorumluluklarını tahmin edebiliyorum. Ancak aylar sonra gördüğüm bu berbat manzara beni çok korkuttu. Esnafların suratında satılan sirke bizim sofralarımızda zehir oluyor. Bu zehir kültürümüzün de ağzına tükürüyor.
Kaygım büyük. Bilmem anlatabildim mi?!
24 Mart 2013 Pazar
Romen dostum Panait'in dostu Mihail.
Panait Istrati okuduğumu anlatmıştım bir önceki yazımda. Geçen perşembe gecesi kitap bitti, kavga bitmedi.
Ben ne iyi kitaplar seçiyorum bu sıralar. Sevgili Panait ile de tanışmış olmak beni mutlu etti, anlayacağınız gibi.
Alabileceğim, rast gelebileceğim en güzel kitabını bulmuşum: Arkadaş. Nam-ı diğer Mihail.
Sevgili Panait'in dünya edebiyatındaki ve yaşamındaki en büyük kavgası dostluğa dairmiş. Varlık yayınlarında Yaşar Nabi Nayır'ın çevirisinde gözüme çarpan da buydu benim. Çoğu kitabında hatta bütün kitaplarında dostluktan söz açmış, anlatmış da anlatmış. Her şeyin üzerinde olan bir Mihail olmalı diyor, bir dost...
Ben de bunun kavgasını bol bol yazmıyor muyum? İşte buradan yakaladı beni. Ah Panait!
Yaşamının hareketliliği, yazdıkları ve düşündükleri ve kitapları ile tanışılması gereken ve bir set halinde sahip olunması gereken bir "ruh".
Artık Hagi'den sonra Romen bir dostum daha var. Yaşıyor. Artık benim evimde yaşıyor. Başka nerelerde yaşanıyordu, kim daha önce yaşatmaya başlamıştı bilemem ama bizim eve yeni geldi hem Mihail hem de Panait.
Kitaptaki en çarpıcı kelime: "Kadınların erdemi hep bir ama'ya kadardır."dı benim için. Çarpıcı geldi.
Her erkek yazarda olan kadınları nesneleştirme var gibi biraz ama ben çok önyargılı olmak istemiyorum ilk kitaptan. Bundan pek emin değilim. Sezinledim desem daha iyi olacak. Ölmüşün arkasından konuşulmaz dostum!
Dili, belki de çeviriden kaynaklanan bir çekicilikteydi. Ancak kitap sanki aceleye getirilmiş bir bitiş yaşadı gibi. Bitmesini istemediğimden bana ani gelen bir bitiş oldu belki de. O güzelim kitap bu kadar aceleye getirilmiş bir bitiş hak etmiyordu gibi geldi bana. Okuyunca fikirlerinizi benimle paylaşırsınız artık.
Ben Panait'i ve Mihail'i herkesle, daha doğrusu dostlarla tanıştırmak çok istiyorum. Artık doğumgünlerinin ya da yıldönümlerinin hediyeleri hazır, buradan herkese duyurula!
Mihail'in temsil ettiği dostluk kavramı biraz da bizim "tasavvuf"umuza göz kırpıyor gibi.
...
Çok farklı şeyler düşünmekten kopuk kopuk oldu yazım sanırım. Kitap düşünüdürmüyor ki, kafa karıştırıyor!
Olsun.
Alın kitabı, okuyun, parçaları siz birleştirin.
İyi okumalar.
17 Mart 2013 Pazar
Baharın Gelmesi Üzerine Felsefik Konuşmalar ya da BGÜFK
Bahsetmek istediğim bir ton güzel konum varken bu başlık neden?! Bilmem!
...
Lykke Li ile henüz tanıştım ve de onu tuhaf bir yerde yaşatmaya ve ölümsüz kılmaya karar verdim. Hem de tek başıma verdim bu kararı. Hani nikah salonlarına ya da düğünlerde düğün salona "genç çift" girerken bir müzik çalar... Genelde bu zaferi kazanmanın verdiği coşkuyu anlatan bir müzik kıvamında olur... Bizim o "zafer" müziğimiz bu şarkı olacak. Kendimce bu şarkıyı böyle ödüllendirmeye karar verdim. Klip de ayrı bir güzellik. Eğer benim sevdiceğim bir klip çekecek olsaydı (Benim kafamdakı yani, ondaki değil.) o klip böyle bir şey olurdu. Güzel olurdu. Güzel de olmuş zaten.
Kar... Siyahlar içinde ve topuklu bir ayakkabı ile bir kadın... Çoğu kişiye göre yakışıklı olmayan bir adam... Merhametli bir "buse"... Ve adamla kadının güzelleşmesi... Son bir bakış ki tam rüyaya girmelik!
Lykee Li senelerdir siz tarafından tanınıyordu belki, bilmiyorum. Ancak ben henüz tanışmama rağmen bu denli samimi oldum. "Keke"ler listesinde hızla yükseliyor.
...
Geçen gün bir kitabevinde karşılaştığım ve sebepsiz yere almaya karar verdiğim, daha doğrusu tanışmaya karar verdiğim, yazar Panait Istrati ile tanışmamız harika gidiyor. "Arkadaş" adlı romanla başlamak doğru bir seçim olmuş sanırım.
Belki de Yaşar Nabi Nayır'ın çevirisini de yabana atmamak gerek. Sevgili Panait'in üslubuna diyecek yok zaten, çeviri kötü olunca yitip giden bir kitap olmaması bence beni şanslı kılıyor. Güzel çeviri, güzel dil, Varlık yayınları, 97 basımı ve sarı yapralar...
Kitapla ilgili değil de yazarı ile ilgili konuşmak istiyorum. Konuşamıyorum
Romen bir yazar ile henüz tanışmamıştım. Güzel bir deneyim oldu. Oralardan kopup gelen bir roman okumak da farklı bir deneyim olacak.
Uzattım.
Kitap bitince ona ayrı bir yazı ayırmak istiyorum.
...
Hevi ve Samim'e dair...
Hevi ve Samim benim biricik balıklarım, biliyorsunuz.
Bugün annemle konuşurken onların yaşam alanları ve onları buraya hapsetmemin doğruluğu ile ilgili de konuştuk. Annem haklı. Kocaman bir denizde yaşayabilme ihtimalleri varken... Ve zaten ben "petshop" denen yerlerden hayvan almaya karşıyken onların burada olması...
Tamam. Onlar benle artık dost oldu, kaç ay geçti odama misafir olalı ama onlar bunu istediler mi?
İşte bu nedenle sevdiceğimle karar verdik. İlerde evimize hayvan almak yerine hayvanların yaşam alanlarının korunmasına dair çalışmalara katılarak daha mantıklı işler yapmış olacağız. Bu daha erdemli bir hareket gibi geldi bize. Farklı bir fikri olan yazarsa çok seviniriz.
Hevi ve Samim. Şu an yanımda birbirinizin kuyruklarını ısırmakla meşgulsünüz, oynaşıyorsunuz. Belki burada sizden bahsettiğimden bile haberiniz yok. Ancak sizden, yaşamınızdan özür dilerim. Bitmek üzere olan ömrünüzün en güzel şekilde geçmesi için elimden geleni yapmak dışında başka bir şey gelmiyor aklıma. Kendimi suçlu ve bencil hissediyorum.
Siz ilk ve son olacaksınız, ömrüne el koyduğum canlılardan. (Değerlim hariç.)
Dostlarım.
10 Mart 2013 Pazar
Merhaba bu ayki konumuz özveri.
Bilir misiniz ne demek olduğunu?
Hem öz hem veri kelimesi birbirine ne kadar uymaz ve ters ise bu kelime de bize, size, onlara o kadar ters.
Özverinin kelime anlamı... Durun bir saniye şu an derste değilim. (Dersten sonra arta kalan sadece sesimin yüksek olması, olarak kalmalı. Bu sıralar yüksek sesimden herkes şikayetçi.)
Okulda öğrencilerimle, evde ailemle, sokakta insanlarla, serviste GATA çalışanlarıyla, kalbimde sevdiğimle, yanımda arkadaşlarımla, hayatımda tanıdıklarımla bu sıra çok sorgular oldum bu "özveriş" eylemini.
Kimi insan özverinin bir sınırı olacağını ve bu sınırın kişiye göre değişeceğini düşünüyor. Özveri göreceli bir şeydir evet ancak kişiye göre değişmesi ne ayak?!
Henüz kavuştuğum masumiyete dair sorunsallarımı, henüz sona erdirmişken şimdi bir de bu özveri çıktı. Kim, kime, ne kadar, ne veriyor?! Ayrıca bundan kime ne?!
Yazının burasında tıkandım...
...
Kadın olmanın yaratılışına aykırı olduğunu düşünen bir insan erkek olmaya karar verebilir. Bu konuda herhangi bir özveri yok. Ancak onu anlamak, anlamıyor olsak bile saygısızca eleştirmemek ve kendimizi bunu anlamaya zorlamak kısmen de olsa bir insanlık özverisidir. Karşımızdakini üzmemek için attığımız her adım bir özveridir. Ama yok! Herkes felsefeci! Herkes bilgin! Herkes bir b.k! Konuşun anam!
...
Bilen bilir. Ben sevdiklerime hediylerini gidip marka mağazalardan alıp marka mağazaların hediye torbalarını koydurup, değiştirme kartıyla beraber markalı markalı vermem. Veremem. Bak, sen bu kadarlıksın dostum! demektir bu. Başka ne olabilir?! Benim için hediye el yapımıdır, göznurudur ve anlamlıdır, pahalı değil. Tabi bunun anlaşılmasını beklemek "özalım" olur artık. Ancak benim için sevdiklerine aylarca uğraşıp, miyop gözlerini mahvede mahvede hazırladığın hediyeler birer özveridir. Bir özveriden daha değerli bir hediye var mıdır? Sana özümü veriyorum. Bir derece ilerleyen gözlerimi veriyorum. Sana yetmiş dokuz saatimi veriyorum ömrümden. Sana; harcadığım bilmem kaç bin kalori enerji veriyorum. Özümü veriyor. Daha değerli değil mi?
Tabi kişisine göre değişir.
...
Ve tabi bir de diğerlerinin özverisine burnunu sokanlar...
Günümüzde yardım, yataklık, işbirliği... Bütün bunlar farklı açılardan çok güzel değerlendirilebiliyor. Birine iyilik yapıyorsan sonrasını düşünür müsün? Bu yaptığın iyilik için sonra pişman olmayı hesaba katar mısın? Hesaba katarsan bu iyilik olur mu?
Yaptığın iyiliği unutacaksın ki ruhun yeni iyiliklere, hadi yazımızın konusu gereği yeni özverilere hazırlansın.
Ay ben ona bu özümü vermiştim bak şimdi o gitti, tüh ben ne yapacağım şimdi'lerle hayatı geçirirsen her durakta bir öz bırakırsın ve özünden geriye hiçbir şey kalmaz.
Bak yirmi üçüme merdiven dayadım, biliyorum bunları.
Bütün bunları düşünürken dışarıdan kurulan "Ama yok! Herkes felsefeci! Herkes bilgin! Herkes bir b.k! Konuşun anam!"ın cümlelerini dinleyin bir de! Aman Allah'ım! Ben neymişim diyor insan!
Oysaki öz seninse karar da senin olmalı, değil mi?
Ama öyle bir öz ki, herkes söz sahibi sanıyor kendini.
...
Bir de tabi ülkemizde artık tuhaflaşan ve her ortamda gözlemlediğim gelişme...
Öğretmenler odasında "Hak etmiş. Su testisi su yolunda..." gibi cümlelerle karşılanan ölümler... Yaşlı başlı büyüklerin kahkahalarla haber verdiği ölümler... Beyinsiz faşits bir öküzün ölüm karşısında "Ermeniymiş zaten. İyi olmuş." diyebilmesi.
Bir "öz" gidiyor, yitiyor. Artık sana verecek cevabı, senle savaşabilecek gücü yok. Allah'ın karşısında o artık. Dünyası yok. Sen tutuyorsun bu ölüme, gidişe... Kafana tüküreyim!
Kürtler ve Ermeniler güzel ölür, Türkler ölünce ya şehit olur ya da simge. Öyle mi? Türkler diye küçültmeyeyim gurubu. Senden olanlar diyeyim sen daha iyi anlarsın.
...
Sertleşiyor mu yazım?!
Bitirme vakti o halde.
...
Bilgilendirme:
Gelecekteki Evime Dair adlı blog artık yok. Çünkü tavsiye verme amaçlı yazdığım yazılar artık baktım ki özel hayatımı deşifre ettiğim bir ton karalama halini aldı. Biliyorsunuz ki bu konuda biraz ketumum, takip eden var mıydı bilemem, ancak bu kararıma saygı duyacağınızı düşünüyorum. Özümü bu kadar vermek olmazdı değil mi?
Anlayışınız için teşekkür ederim. Zaten piyasada bir ton böyle site varmış. Bana da pek gerek yokmuş. Biz "Kartpostal Koleksiyonumuz"a devam edelim, o bize yeter.
...
Yani neymiş?
Özünüzü düşünmeden verin. Boşa gitmiş gitmemiş... Bunun bir önemi yok. Özünüzün turşusunu kurduğunuzda, yaşlılıkta bunlar suratınızı turşu kıvamına getirir. Turşu suratlı olursunuz. (Çocuklarıma verdiğim örnekler gibi oldu bu da.)
Ki günümüzdeki en zor bulunan özellik özverili insan olabilmek değil midir?
...
Haydi bakalım. Masumiyet diye bağıran Nihan gitti, özveri diye bağıran Nihan geldi. Hem de sesi artık daha yüksek, öğretmenlik mesleğinin insan üzerindeki olumsuz etkisi...
Sevgiler.
Hem öz hem veri kelimesi birbirine ne kadar uymaz ve ters ise bu kelime de bize, size, onlara o kadar ters.
Özverinin kelime anlamı... Durun bir saniye şu an derste değilim. (Dersten sonra arta kalan sadece sesimin yüksek olması, olarak kalmalı. Bu sıralar yüksek sesimden herkes şikayetçi.)
Okulda öğrencilerimle, evde ailemle, sokakta insanlarla, serviste GATA çalışanlarıyla, kalbimde sevdiğimle, yanımda arkadaşlarımla, hayatımda tanıdıklarımla bu sıra çok sorgular oldum bu "özveriş" eylemini.
Kimi insan özverinin bir sınırı olacağını ve bu sınırın kişiye göre değişeceğini düşünüyor. Özveri göreceli bir şeydir evet ancak kişiye göre değişmesi ne ayak?!
Henüz kavuştuğum masumiyete dair sorunsallarımı, henüz sona erdirmişken şimdi bir de bu özveri çıktı. Kim, kime, ne kadar, ne veriyor?! Ayrıca bundan kime ne?!
Yazının burasında tıkandım...
...
Kadın olmanın yaratılışına aykırı olduğunu düşünen bir insan erkek olmaya karar verebilir. Bu konuda herhangi bir özveri yok. Ancak onu anlamak, anlamıyor olsak bile saygısızca eleştirmemek ve kendimizi bunu anlamaya zorlamak kısmen de olsa bir insanlık özverisidir. Karşımızdakini üzmemek için attığımız her adım bir özveridir. Ama yok! Herkes felsefeci! Herkes bilgin! Herkes bir b.k! Konuşun anam!
...
Bilen bilir. Ben sevdiklerime hediylerini gidip marka mağazalardan alıp marka mağazaların hediye torbalarını koydurup, değiştirme kartıyla beraber markalı markalı vermem. Veremem. Bak, sen bu kadarlıksın dostum! demektir bu. Başka ne olabilir?! Benim için hediye el yapımıdır, göznurudur ve anlamlıdır, pahalı değil. Tabi bunun anlaşılmasını beklemek "özalım" olur artık. Ancak benim için sevdiklerine aylarca uğraşıp, miyop gözlerini mahvede mahvede hazırladığın hediyeler birer özveridir. Bir özveriden daha değerli bir hediye var mıdır? Sana özümü veriyorum. Bir derece ilerleyen gözlerimi veriyorum. Sana yetmiş dokuz saatimi veriyorum ömrümden. Sana; harcadığım bilmem kaç bin kalori enerji veriyorum. Özümü veriyor. Daha değerli değil mi?
Tabi kişisine göre değişir.
...
Ve tabi bir de diğerlerinin özverisine burnunu sokanlar...
Günümüzde yardım, yataklık, işbirliği... Bütün bunlar farklı açılardan çok güzel değerlendirilebiliyor. Birine iyilik yapıyorsan sonrasını düşünür müsün? Bu yaptığın iyilik için sonra pişman olmayı hesaba katar mısın? Hesaba katarsan bu iyilik olur mu?
Yaptığın iyiliği unutacaksın ki ruhun yeni iyiliklere, hadi yazımızın konusu gereği yeni özverilere hazırlansın.
Ay ben ona bu özümü vermiştim bak şimdi o gitti, tüh ben ne yapacağım şimdi'lerle hayatı geçirirsen her durakta bir öz bırakırsın ve özünden geriye hiçbir şey kalmaz.
Bak yirmi üçüme merdiven dayadım, biliyorum bunları.
Bütün bunları düşünürken dışarıdan kurulan "Ama yok! Herkes felsefeci! Herkes bilgin! Herkes bir b.k! Konuşun anam!"ın cümlelerini dinleyin bir de! Aman Allah'ım! Ben neymişim diyor insan!
Oysaki öz seninse karar da senin olmalı, değil mi?
Ama öyle bir öz ki, herkes söz sahibi sanıyor kendini.
...
Bir de tabi ülkemizde artık tuhaflaşan ve her ortamda gözlemlediğim gelişme...
Öğretmenler odasında "Hak etmiş. Su testisi su yolunda..." gibi cümlelerle karşılanan ölümler... Yaşlı başlı büyüklerin kahkahalarla haber verdiği ölümler... Beyinsiz faşits bir öküzün ölüm karşısında "Ermeniymiş zaten. İyi olmuş." diyebilmesi.
Bir "öz" gidiyor, yitiyor. Artık sana verecek cevabı, senle savaşabilecek gücü yok. Allah'ın karşısında o artık. Dünyası yok. Sen tutuyorsun bu ölüme, gidişe... Kafana tüküreyim!
Kürtler ve Ermeniler güzel ölür, Türkler ölünce ya şehit olur ya da simge. Öyle mi? Türkler diye küçültmeyeyim gurubu. Senden olanlar diyeyim sen daha iyi anlarsın.
...
Sertleşiyor mu yazım?!
Bitirme vakti o halde.
...
Bilgilendirme:
Gelecekteki Evime Dair adlı blog artık yok. Çünkü tavsiye verme amaçlı yazdığım yazılar artık baktım ki özel hayatımı deşifre ettiğim bir ton karalama halini aldı. Biliyorsunuz ki bu konuda biraz ketumum, takip eden var mıydı bilemem, ancak bu kararıma saygı duyacağınızı düşünüyorum. Özümü bu kadar vermek olmazdı değil mi?
Anlayışınız için teşekkür ederim. Zaten piyasada bir ton böyle site varmış. Bana da pek gerek yokmuş. Biz "Kartpostal Koleksiyonumuz"a devam edelim, o bize yeter.
...
Yani neymiş?
Özünüzü düşünmeden verin. Boşa gitmiş gitmemiş... Bunun bir önemi yok. Özünüzün turşusunu kurduğunuzda, yaşlılıkta bunlar suratınızı turşu kıvamına getirir. Turşu suratlı olursunuz. (Çocuklarıma verdiğim örnekler gibi oldu bu da.)
Ki günümüzdeki en zor bulunan özellik özverili insan olabilmek değil midir?
...
Haydi bakalım. Masumiyet diye bağıran Nihan gitti, özveri diye bağıran Nihan geldi. Hem de sesi artık daha yüksek, öğretmenlik mesleğinin insan üzerindeki olumsuz etkisi...
Sevgiler.
14 Şubat 2013 Perşembe
Birkaç Eğlenceli Anı
Malumunuz, öğretmen olunca hele bir de özel öğrencilerin öğretmeni olunca bol bol şamata bol bol eğlence...
Bunlardan birkaçını paylaşasım geldi gecenin bu vakti :)
...
Dört yaşında otizmli bir öğrencim var, erkek. Adanalı ve hafif bir Adana ağzı var öğrencide. Henüz konuşmaya başlamasına rağmen... Derste sevmek için "Ben senin ağzını burnunu yiyeyim mi? Ben senin ağzını burnunu yiyeyim mi?" derken "yemek" eylemini "yimek" olarak algılayan Adanalı öğrencim ne dese beğenirsiniz "Yime! Yime!" :)
...
Benden bir yaş büyük Downlu bir öğrencim var. Bu süslü kızımıza annesi her hafta yeni bir kıyafet alıyor ve her geldiğinde "Anne aldı." diyerek gösteriyor bana kıyafetlerini. Yolda karşılaştık bir gün. Yine bir kıyafetini gösteriyordu bana, ben de "Güle güle giy." dedim. "Görüşürüüüüz!" deyip gitti yanımdan, ben tabi arkasından kahkahalarla gülüyorum :)
...
İki yaşındaki otizmli bir tontişim var, otizmli çoğu öğrenci gibi erkek. Derste Kıymetlimin hediyesi antika mavi taşlı yüzüğün taşına dokunduğu zaman "Diiiiiiit!" diyordum. Hem o eğleniyordu hem de amaçlı birkaç davranış sergilemesini sağlıyordum. Bir gün yüzüğü cebimde unutmuşum. "Diiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiit!" diyerek yüzüğü ellerimde araması bir harikaydı. Bir de bu çocuğun hiç konuşmadığını ve ilk birkaç kelimesinin bu "dit" olduğunu düşünün :)
...
Downlu sekiz yaşında bir öğrencim var, siyah saçlı bembeyaz tenli güzel bir kızımız. Derste sanırım biraz fazla soru sordum, hatlar karıştı bence. Ancak o kendini çok güzel ifade etti "Sanırım tepetaklak oldum!"
...
Bizden bu kadar. Biriktikçe yazarım...
Bizle kalın. Etrafınızdaki engellilere "yaratık" gibi davranmadığınızda bunu yapmış olursunuz. Sevgiler.
*Birçok yazım hatası yapmışım, uyarıldım, düzelttim. Sevgiler. Özür diliyorum hepinizden.
Bunlardan birkaçını paylaşasım geldi gecenin bu vakti :)
...
Dört yaşında otizmli bir öğrencim var, erkek. Adanalı ve hafif bir Adana ağzı var öğrencide. Henüz konuşmaya başlamasına rağmen... Derste sevmek için "Ben senin ağzını burnunu yiyeyim mi? Ben senin ağzını burnunu yiyeyim mi?" derken "yemek" eylemini "yimek" olarak algılayan Adanalı öğrencim ne dese beğenirsiniz "Yime! Yime!" :)
...
Benden bir yaş büyük Downlu bir öğrencim var. Bu süslü kızımıza annesi her hafta yeni bir kıyafet alıyor ve her geldiğinde "Anne aldı." diyerek gösteriyor bana kıyafetlerini. Yolda karşılaştık bir gün. Yine bir kıyafetini gösteriyordu bana, ben de "Güle güle giy." dedim. "Görüşürüüüüz!" deyip gitti yanımdan, ben tabi arkasından kahkahalarla gülüyorum :)
...
İki yaşındaki otizmli bir tontişim var, otizmli çoğu öğrenci gibi erkek. Derste Kıymetlimin hediyesi antika mavi taşlı yüzüğün taşına dokunduğu zaman "Diiiiiiit!" diyordum. Hem o eğleniyordu hem de amaçlı birkaç davranış sergilemesini sağlıyordum. Bir gün yüzüğü cebimde unutmuşum. "Diiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiit!" diyerek yüzüğü ellerimde araması bir harikaydı. Bir de bu çocuğun hiç konuşmadığını ve ilk birkaç kelimesinin bu "dit" olduğunu düşünün :)
...
Downlu sekiz yaşında bir öğrencim var, siyah saçlı bembeyaz tenli güzel bir kızımız. Derste sanırım biraz fazla soru sordum, hatlar karıştı bence. Ancak o kendini çok güzel ifade etti "Sanırım tepetaklak oldum!"
...
Bizden bu kadar. Biriktikçe yazarım...
Bizle kalın. Etrafınızdaki engellilere "yaratık" gibi davranmadığınızda bunu yapmış olursunuz. Sevgiler.
*Birçok yazım hatası yapmışım, uyarıldım, düzelttim. Sevgiler. Özür diliyorum hepinizden.
9 Şubat 2013 Cumartesi
Neb
Gidebilirdim yine. Gitmeyi isteye isteye, ağlaya ağlaya gidebilirdim. Seneler önce yağmur altında ıslatmaktan korkmadığım bedenimi yine korkmadan ıslatabilirdim, hem de daha acımasızca. Senelerin getirdiği soumluluğu reddedebilirdim. Gelecek planları yapmayabilirdim. Kaytarabilirdim bütün zorunluluklardan.
Her an fotoğraf çekebilirdim. Kendime koca bir makine alıp yollara düşebilirdim.
Kafama eseni arayıp sorabilir, kafa dağıtabilirdim.
Sandor Marai okumayabilirdim. Selim Temo'yu başucuma koymayabilirdim. Yalnızız'ı kimseye tavsiye etmeyebilirdim. 339 denen otobüsü bir daha hiç kullanmayabilirdim. Orhan Veli'nin sesini hiç duymayabilirdim.
Esenboğa'da yaşayıp, çalışmak için AŞTİ'ye gidebilirdim.
Saçlarımı kızıla boyatıp perma yaptırabilirdim. Kahküllerimi uzatmayabilirdim.
Aşık olmayabilirdim. Ömrümü birine adayıp geriye kalan bütün dünyayı yok saymayabilirdim. Onun ellerini tutmamayı seçebilirdim. Aşkı hayatımdan çıkarıp atabilirdim.
Kilo verebilirdim. Diyet yapabilirdim. Bütün sosyal paylaşım sitelerindeki hesaplarımı fotoğraflarımla doldurup bakın ne kadar güzelim, diyebilirdim.
TRT - Türk belgeselleri izlemeyebilirdim. Adem'in Seyir Defteri'ni kaçırmamak için erken kalkmaya çalışmayabilirdim internette olduğunu bile bile.
Ailemin doğrularını kabul eder, sorgusuz sualsiz yaşayabilirdim. Daha iyi, daha mükemmel, daha örnek olabilirdim. Daha kabul edilebilir ve havalı bir iş seçebilirdim. Başka bir meslek edinebilirdim.
Başka bir kadın olabilirdim. Başka çocukların öğretmeni, başka adamın sevdiği, başka birinin dostu, başka birinin iş arkadaşı olabilirdim.
Başka biri olabilirdim.
Olabilirdim.Yapabilirdim.
Olmadım. Yapmadım.
Bütün bunlar benim seçimim.
Her an fotoğraf çekebilirdim. Kendime koca bir makine alıp yollara düşebilirdim.
Kafama eseni arayıp sorabilir, kafa dağıtabilirdim.
Sandor Marai okumayabilirdim. Selim Temo'yu başucuma koymayabilirdim. Yalnızız'ı kimseye tavsiye etmeyebilirdim. 339 denen otobüsü bir daha hiç kullanmayabilirdim. Orhan Veli'nin sesini hiç duymayabilirdim.
Esenboğa'da yaşayıp, çalışmak için AŞTİ'ye gidebilirdim.
Saçlarımı kızıla boyatıp perma yaptırabilirdim. Kahküllerimi uzatmayabilirdim.
Aşık olmayabilirdim. Ömrümü birine adayıp geriye kalan bütün dünyayı yok saymayabilirdim. Onun ellerini tutmamayı seçebilirdim. Aşkı hayatımdan çıkarıp atabilirdim.
Kilo verebilirdim. Diyet yapabilirdim. Bütün sosyal paylaşım sitelerindeki hesaplarımı fotoğraflarımla doldurup bakın ne kadar güzelim, diyebilirdim.
TRT - Türk belgeselleri izlemeyebilirdim. Adem'in Seyir Defteri'ni kaçırmamak için erken kalkmaya çalışmayabilirdim internette olduğunu bile bile.
Ailemin doğrularını kabul eder, sorgusuz sualsiz yaşayabilirdim. Daha iyi, daha mükemmel, daha örnek olabilirdim. Daha kabul edilebilir ve havalı bir iş seçebilirdim. Başka bir meslek edinebilirdim.
Başka bir kadın olabilirdim. Başka çocukların öğretmeni, başka adamın sevdiği, başka birinin dostu, başka birinin iş arkadaşı olabilirdim.
Başka biri olabilirdim.
Olabilirdim.Yapabilirdim.
Olmadım. Yapmadım.
Bütün bunlar benim seçimim.
27 Ocak 2013 Pazar
Neva'nın Ardından
Uzun bir aradan sonra haftasonunu evde geçirmenin verdiği mutluluğu sizlerle paylaşmaktan çok memnunum. Bugünlere babaannem damgasını vurmasa iyiydi ama olsun...
Artık öğretmen olmaya, çalışan insan olmaya ve çalışma temposuna alıştım. Bu alışkanlığın arasına kitap okumak için vakit ayırmayı da unutmadım tabi. Her öğle arası eğer toplantım yoksa kahvemi yapıp kitabımı okuyorum öğretmenler odasında. Hoş bir süreç oluyor ders arasında. Hem öğretmenler odasında "bazen" içinde bulunmak istemediğim muhabbetlere de katılmamış oluyorum. Hem de kitap okuma özlemimi gidermiş oluyorum.
Sevdiceğimin Dikimevi'ndeki eşyalı evinden aşırdığımız bir kitap vardı. İki yaz önce başlamıştım ama sonradan sıkılıp bırakmıştım. Adı "Neva" olan bu kitap geçti elime geçen gün. Alayım yanıma, o gürültüde okunur bu, dedim. Okunuyordu da.
Okuldaki hocalardan biri çok beğenmiş kitabı. Ama işn kötüsü kitap zevkine pek güvenmediğim, daha doğru kelime ile kitap zevklerimizin tutmadığı bir hoca söyleyince tabi şüphelendim. Kitabın sonunu da büyük bir keyifle söyledi tabi, bir de bu var. Ne demekse?! Her neyse...
Kitabın sonunu öğrenince zaten boşa gözlerimi yorduğumu düşündüğüm süreci hızlandırdım ve de kitabı bitirdim.
Sevgili Ilgın Olut kendi yaşam öyküsünü anlatmış ama bir de gizemli hava katmak için "benim ve sizin ben olduğunu sandığınız kişi" diyerek bahsediyor kitaptaki Ilgın'dan.
Ilgın Olut'u sevmemeye karar verdim. Bu yazımı okur mu bilmiyorum ama birçok eleştirecek, kızacak, küsecek haklı sebebim var.
Birincisi kitapta alttan alta bir erkeklik övgüsü sezinleniyor. Gereksiz ayrıntılar bana bunu hissettirdi. İkincisi birincisinin içinde; bol bol sayfalarca gereksiz ayrıntılar var. Üçüncüsü eğer bir sevdiğini yaşatmaya çalışıyorsa insan bir kitapta, bu kitaba çarpık ilişkileri bol bol yazıp ölümü iki satıra sığdırmamalı. Bu benim kişisel, kitaptan ayrı bir görüşüm. Bunu belki kendime de saklamalıydım.
Bu da kitaptan ayrı ve belki de herkesin sayın Ilgın'a yönelttiği soru: Sen ya da siz onca kadınla çarpık ilişkiler yaşadıktan sonra senden daha masum bir insana bu konuyu nasıl dayatıp da ölümüne sebep olursun? "Benim değerlerim var?!" derken nasıl geçmişini unutursun? Kızgınım, çok kızgın.
Ama biliyorum, sevgili Ilgın da üzgün. En büyük cezayı almış zaten... Neva'nın intihar ederken amacı da buydu zaten.
...
Bu kitap aslında günümüz ilişkilerinin temel sorununu anlatıyor bence. Biliyoruz ki Ilgın gibi daha birçokları var. Neva gibi de. Toplumsal bir sorundan bahsediyor aslında farkında olmadan...
...
Son yüz sayfayı hızlı hızlı çevirip göz gezdirerek okudum. İlk kez bir kitaba bunu yaptım çünkü Ilgın Olut'un "sanat insan içindir" anlayışına dayandırdığı aşırı sade, sade demeyelim basit ve basitliğin ağdaladığı dilini okumak istemedim. Bir de bu aşırı basit dili savunuyor olmasına kızdım. Tamam herkesin kendi görüşü ama basitlikte de bir tat olmalı. Basitlik demeyelim, sadelik. Ama bu tat yoktu. Sadece yazmış olmak için yazılmıştı. Ben ilkokuldayken romanlar yazardım yaz tatillerinde. Yani 12 - 13 yaşımdayken... Onların dilini gördüm, bu beni rahatsız etti. Nasıl olur da benim kitaplarım yastık altında dururken bu kitap yayınlanır gibi bir havada değilim. Ancak okuyucuya seygı diye bir şey olmalı.
...
Eğer kalabalık bir ortamda kitap okumanız gerekirse, yani üzerine düşmeden okumanız gereken bir kitap, öneririm. Fakat derseniz ki doyayım, okuduğumu anlayayım... Kesinlikle tavsiye etmem.
...
Ilgın Olut'a kızgınım. Özür dilerim. Çok saymış olabilirim ama umarım herkes derdimi anladı.
İyi dinlenmeler.
Artık öğretmen olmaya, çalışan insan olmaya ve çalışma temposuna alıştım. Bu alışkanlığın arasına kitap okumak için vakit ayırmayı da unutmadım tabi. Her öğle arası eğer toplantım yoksa kahvemi yapıp kitabımı okuyorum öğretmenler odasında. Hoş bir süreç oluyor ders arasında. Hem öğretmenler odasında "bazen" içinde bulunmak istemediğim muhabbetlere de katılmamış oluyorum. Hem de kitap okuma özlemimi gidermiş oluyorum.
Sevdiceğimin Dikimevi'ndeki eşyalı evinden aşırdığımız bir kitap vardı. İki yaz önce başlamıştım ama sonradan sıkılıp bırakmıştım. Adı "Neva" olan bu kitap geçti elime geçen gün. Alayım yanıma, o gürültüde okunur bu, dedim. Okunuyordu da.
Okuldaki hocalardan biri çok beğenmiş kitabı. Ama işn kötüsü kitap zevkine pek güvenmediğim, daha doğru kelime ile kitap zevklerimizin tutmadığı bir hoca söyleyince tabi şüphelendim. Kitabın sonunu da büyük bir keyifle söyledi tabi, bir de bu var. Ne demekse?! Her neyse...
Kitabın sonunu öğrenince zaten boşa gözlerimi yorduğumu düşündüğüm süreci hızlandırdım ve de kitabı bitirdim.
Sevgili Ilgın Olut kendi yaşam öyküsünü anlatmış ama bir de gizemli hava katmak için "benim ve sizin ben olduğunu sandığınız kişi" diyerek bahsediyor kitaptaki Ilgın'dan.
Ilgın Olut'u sevmemeye karar verdim. Bu yazımı okur mu bilmiyorum ama birçok eleştirecek, kızacak, küsecek haklı sebebim var.
Birincisi kitapta alttan alta bir erkeklik övgüsü sezinleniyor. Gereksiz ayrıntılar bana bunu hissettirdi. İkincisi birincisinin içinde; bol bol sayfalarca gereksiz ayrıntılar var. Üçüncüsü eğer bir sevdiğini yaşatmaya çalışıyorsa insan bir kitapta, bu kitaba çarpık ilişkileri bol bol yazıp ölümü iki satıra sığdırmamalı. Bu benim kişisel, kitaptan ayrı bir görüşüm. Bunu belki kendime de saklamalıydım.
Bu da kitaptan ayrı ve belki de herkesin sayın Ilgın'a yönelttiği soru: Sen ya da siz onca kadınla çarpık ilişkiler yaşadıktan sonra senden daha masum bir insana bu konuyu nasıl dayatıp da ölümüne sebep olursun? "Benim değerlerim var?!" derken nasıl geçmişini unutursun? Kızgınım, çok kızgın.
Ama biliyorum, sevgili Ilgın da üzgün. En büyük cezayı almış zaten... Neva'nın intihar ederken amacı da buydu zaten.
...
Bu kitap aslında günümüz ilişkilerinin temel sorununu anlatıyor bence. Biliyoruz ki Ilgın gibi daha birçokları var. Neva gibi de. Toplumsal bir sorundan bahsediyor aslında farkında olmadan...
...
Son yüz sayfayı hızlı hızlı çevirip göz gezdirerek okudum. İlk kez bir kitaba bunu yaptım çünkü Ilgın Olut'un "sanat insan içindir" anlayışına dayandırdığı aşırı sade, sade demeyelim basit ve basitliğin ağdaladığı dilini okumak istemedim. Bir de bu aşırı basit dili savunuyor olmasına kızdım. Tamam herkesin kendi görüşü ama basitlikte de bir tat olmalı. Basitlik demeyelim, sadelik. Ama bu tat yoktu. Sadece yazmış olmak için yazılmıştı. Ben ilkokuldayken romanlar yazardım yaz tatillerinde. Yani 12 - 13 yaşımdayken... Onların dilini gördüm, bu beni rahatsız etti. Nasıl olur da benim kitaplarım yastık altında dururken bu kitap yayınlanır gibi bir havada değilim. Ancak okuyucuya seygı diye bir şey olmalı.
...
Eğer kalabalık bir ortamda kitap okumanız gerekirse, yani üzerine düşmeden okumanız gereken bir kitap, öneririm. Fakat derseniz ki doyayım, okuduğumu anlayayım... Kesinlikle tavsiye etmem.
...
Ilgın Olut'a kızgınım. Özür dilerim. Çok saymış olabilirim ama umarım herkes derdimi anladı.
İyi dinlenmeler.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)